6- 7 yaşlarımdan itibaren bağ-bahçe işlerinde çalışmaya başladım. Babam Gebere yöresindeki iki bağa umut bağlamıştı. Çorak topraklarda kayısı yetiştirme düşüncesiyle yüzlerce fidan dikti. O zamanlar ne ziraat müdürleri, ne de ilgililer vatandaşlarımızın ne yaptıklarıyla hiç ilgilenmediler.
Duyuyorduk ki onlar kiraladıkları ya da hazine arazilerinde kendileri ekip kendileri hasılat toplama telaşındaydılar. Cumhuriyeti, demokrasiyi, hürriyeti kendi amaçları için kullanan siyasi partiler tek tük hizmet, yatırım yapsalar bile Türk Milleti’nin geleceğine, eğitimine, onuruna, değerlerine hiç yatırım yapmadılar. İki süper güç olan Amerika ve Rusya’ya göre oluşturulan iç yapılanmalar bağımsızlığımızı ve gelişmemizi engelledi.
Beni bugüne kadar hiç kimse yönlendirmedi. Her anlatılandan, her konuşulandan her bakıştan anlamlar çıkararak kendime bir yol çizdim, bir şeyler ürettim, farklı şeyler yapmaya çalıştım.
Bir iğne haline dönüşen kişiler karşısında dahi sabrımı ve kararlığımı yitirmedim. Hepsini birer yazı haline dönüştürerek sayfalara aktardım. Bunları zaman zaman sizlere sunacağım.
Güzellikler, dostluklar, kardeşlikler, fedakârlıklar, centilmenlikler, yiğitlikler, kahramanlıklar, korkusuzluklar, mücadeleler nasıl varsa,
Ham ruhlar, iyiliksizler, nankörler, korkaklar, teslimiyetçiler, çıkarcılar, dönekler, korkaklar, hainler her zaman karşınızda olacak. Cennet ve cehennem gibi...
Bor Çay Mahallesi’nde Ali Olcay Amca’nın bir gazozhanesi (gazoz imalathanesi) vardı. Ben yaz aylarında oradan kasalarla gazoz alır salı pazarında veya istasyona giderek trenlerde satardım. Ali Olcay Amca çok titizdi. Güzel gazoz yapardı. Bu sonradan «Bor gazozu» diye ünlendi.
Ben aldığım gazozu iki helkeye (kovaya) ağızları aşağıya gelecek şekilde 12’şer dizerdim. Bir kasada 24 gazoz vardı. Bize kasa olarak 3 liraya verilir, bunu 6 liraya satardık. Yani bir gazozu 12,5 kuruşa alıyor, 25 kuruşa satıyorduk. Ben müşterilerimi memnun etmek için kovaları Çay Mahallesinde bulunan pınarda soğuturdum. Gezerek, Bakkal Rüştü Meriç dahil bir çok kişiye satardım. O günlerde bakkallarda ne buzdolabı, ne de derin dondurucular vardı. Her şey doğal ve dayanıklı idi.
Bazen saplı bir ağaç testeresiyle, bazen de gazoz açacağıyla kapaklarını açardım. Testere ile gazoz kapağı açmak oldukça riskli idi. Yani zaman zaman caka yapmak, ses çıkartmak için kenardan sürterek veya sıyırarak kapağa vurulan testere darbesiyle şişenin yarısı havaya uçabiliyordu. Bu durumda kırılan şişenin parasını ödemek zorunda kalıyorduk.
Salı günleri 8 ya da 10 kasaya kadar gazoz satabiliyordum. Yani 30 lira kazanabiliyordum. Bu işe 7-8 yaşlarımda başladım. Kazandığım paraları ya anneme veriyor, ya da Gazeteci İhsan’dan kitap alıyordum. Veya günlük gazete reklamlarında tanıtılan kitaplardan ödemeli istekte bulunuyordum.
Çay mahallesinde arkadaşlarımızla iki takım oluşturarak maç yapardık. Kaybeden taraf kazanan tarafa gazoz ısmarlardı. Şimdi AKP’nin merkeze aldığı valilerimizden Derya Kadıoğlu da o zamanlar aramızdaydı. Müthiş bir Galatasaray taraftarı idi. Oyuncuları, oyunlarını öylesine yorumlardı ki biz can kulağıyla dinlerdik! Hatta Bor’dan Ankara’ya maç izlemeye dahi giderdi. Ben ise Beşiktaş taraftarıydım!
Derya öğrenci iken çok çalışkandı... Çok zeki idi. AKP ile devlet bugün onun hizmet aşkından faydalanamadı. Erzurum’da bıraktığı iz hâlâ yankılanıyor!
Yaz günleri gazoz satışı haricinde sabahları bakkal Rüştü Meriç’ten kutularla satın aldığım nane şekerleri ve çikletleri şehirlerarası otobüslerde satardım. Bir tekerlemem vardı : «Zambo artistli, melek mabel çikletleri... nane şekeri...» diye.
Bahar mevsimlerinde gece yarıları sulama işlerini organize eden kömüslerin haber vermesiyle sürpriz yapmak onları gece yarısı yollara düşürmemek için annemden ve babamdan habersiz gizlice bağ sulamaya giderdim. 7-8 yaşlarımda başladım bu işlere. Küreği omuzumda taşıyamazdım, çok ağır gelir omuzlarımı acıtırdı. Hatta yaralardı. Elimde bile tartamaz, sürüyerek 7-8 kilometre öteye götürürdüm.Sulama işi arklardan gelen çok az suyla geceyarısı en az 6-7 saat sürerdi. Avuç içlerim su toplar ve şişerdi… Okula ödevlerimi yapmadan, uykusuz ve yorgun giderdim. Bir de üstelik benim iç halimi okuyamadan, yaşadıklarımı bilmeden öğretmenlerimiz tarafından evde derslere çalışmadığım için kulaklarım çıtırtatılarak çekilir ve dayak yerdim.
Bu tür faaliyetleri lise son sınıfa kadar sürdürdüm. Ortaokuldan başlayarak lise ikinci sınıfa kadar sınıf mümessilliği yaptım. Lise ikinci sınıfta fen kolu öğrencisiydik. Sınıfta oldukça gürültü vardı. İki erkek arkadaşımız çift ayak darbeleriyle yazı tahtasına vuruyorlar, etrafa toz duman yayıyorlardı. Sınıfta henüz sınıf temsilcisi seçilmemişti. O sırada müdürümüz Ali Dokucu geldi. Anlaşılıyordu ki gürültü okul idaresine ve müdür odasına kadar ulaşmıştı. Benim bulunduğum sol en arka tarafa parmağıyla işaret ederek «sen buraya gel» dedi. Kimi çağırdığı anlaşılmadığı için üç – dört kişi ayağa kalktık. Her birimiz «beni mi çağırıyorsun?» derken o yaklaştı. Beni işaret ederek, geçmişten benim sınıf temsilciğimi bilen okul müdürümüz arkadaşlarıma «bugünden itibaren sınıf mümessiliniz bu arkadaşınız», diyerek oradan ayrıldı. Sınıf sessizliğe büründü. O günden sonra derslerimiz oldukça farklılaştı. Bütün sınıf belki de Şehit Nuri Pamir Lisesi tarihinde ilk kez bütünlemeye kalmadan bir üst sınıfa geçtik.
Diyarbakır doğumlu olan Lise Müdürümüz Ali Dokucu’nun sonradan Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesine tayininin çıktığını öğrendik. Yerine Fizik öğretmenimiz Ömer Unayuk geçici olarak tayin edildi. Ayakkabısını dahi kendi tamir eden bu değerli öğretmenimizin size, «kuvvet» tarifini bize nasıl öğrettiğini anlatacağım… O, bir gün sınıfa futbol topuyla geldi. Önce onu yere bırakarak durmasını bekledi. Duran topu ayağıyla hareketlendirdi. Tekrar arkasından koşarak ayağıyla durdurdu. Sonra bir ayak darbesiyle topun havasını boşaltarak şeklini değiştirdi. Bize dönerek arkadaşlar bu yaptıklarım fizikte kuvvetin tarifidir. Yani «duran bir cismi hareket ettiren, hareket halindeki bir cismi durduran ve şeklini değiştiren etkiye kuvvet denir» dedi. Eh artık siz de bu tarifi unutabirseniz unutun bakalım, bu mümkün mü? İşte ezbere dayanmayan, yürekten verilen bir eğitimin özü…
Ben daha önce yaptığım sınıf temsilciliği dönemlerinde başka bölgelerden aramıza katılan arkadaşlarımla okul dışında da ilgilendim. Bunlardan biri çok sevdiğim arkadaşlarımdan Afyon Dinar’dan gelen Ertuğrul Efeoğlu, diğeri de Ankara Balgat’tan gelen Arif Ay idi. Arif bizim Cücü ismiyle tanıdığımız Bor’a bağlı Balcı Köyü’nde doğmuştu. Bu arkadaşlarımın özel hayatlarıyla da ilgilendim. Onların kolayca ilçemize ve arkadaşlarımıza intibak etmeleri, yalnızlaştırılmamaları için elimden gelen ne varsa yaptım. Bu ilgilenmelerimden öğretmenlerimin ve arkadaşlarımın haberleri olmadı.Bu tür yakınlaşmaları sağlayacak epey bilgi birkimim de vardı. İlkokuldan itibaren Bor Halil Nuri Bey Kütüphanesine kayıtlı olarak epey kitap okumuştum. O zamanlarda kitap okumak bende adeta bir tutku haline gelmişti.
Liseyi bitirdiğim zaman üniversite imtihanı haricinde kazandığım bir imtihanla yüksek okula başlayacaktım. Çok sevdiğim edebiyat öğretmenimiz Oktay Çağlar babasının ölümünden sonra yeni hamam gişesinde çalışacak güvenilir bir kişi aradığını, benim bu konuda kendilerine yardımcı olmamı istedi. Ben de Arif Ay’ı tavsiye ettim. O bir yıl, bir dersten takıntılı olduğu için çalışabilir diye düşünmüştüm. Oktay Bey bu teklifime çok sevindi. Arif de bu teklifimizi kabul etti. Ayrıca Niğde’de basılan ve Bor’da muhabir ve yöneticiliğini yaptığım Bor’un Sesi Gazetesi’nin sorumluluğunu da Fuat Tuğrul Ağabey’in ricası üzerine Arif Ay’a devrettim. Küçük Kadir her sabah gazeteleri artık bana değil, Arif Ay’a getirecekti. Benim o sıralarda Türkiye’nin bir çok vilayetinde şiir, öykü ve makalelerim yayınlanıyordu. 14 yaşımdan itibaren yazdığım yazıları, öncelikle öğretmenlerimizden Talat Gün, Fikrettin Murathan, Yaşar Obsar, Erol Şeran, Oktay Çağlar gibi öğretmenlerimize incelettiriyordum.
Arif Ay’a «bak, çok zekisin, konuşma dilin çok güzel... Yazı dilini de geliştirmek için bugünden itibaren şiir, makale, hikâye yazmaya başla. Bu gazeteyi değerlendir. Gerekirse benim İstanbul adresime yazdıklarını gönder, tashih edeyim» dedim. Önce tereddüt etti sonra ciddi bir şekilde Bor’un Sesi Gazetesi’yle yazı hayatına başladı. Zaman zaman bana yazdıklarını gönderdi. Yazıları Mükemmelleşmişti. O yıl birbirbirimizle ilişkimiz kesilmedi. Sonra Arif Ay yüksek tahsilini yaparken, Çimento Fabrikaları Genel Müdürlüğünde Kütüphane Müdürlüğü de yapıyordu. Bir yaz tatilinde Bor’da omuzunda taşıyarak halıcılık yapan babası Necip Amca ile karşılaştım bana : «Lokman’ım Arif’imden hiç haber alamıyorum... Bir tarafıma da felç indi. Onu görüp beni aramasını söylesen... Arif’imi çok özledim...» dedi. Ben hiç vakit kaybetmeden Ankara’ya gittim ve babasının bana anlattıklarını ilettim. Arif Ay beni işyerinde güler yüzle karşıladı. Hatta birlikte yürüyerek Kızılay’a gittik. Gülyüzlü can kardeşim Ertuğrul Efeoğlu şu an Fransızca dili üzerine öğretim görevlisi, doçent... Yazışmalarımız ve dostluğumuz devam ediyor. Geçen yıl, uzun süre Bor ve civarında kaldı. Halamın oğlu, biricik kardeşim Şükrü Erceylan’ın resmini dahi bana gönderdi.Arif Ay’la ise yıllardır görüşemiyoruz. İçinde bulunduğumuz zaman, samimiyetleri koparıyor, ilişkileri buduyor, yakınlıkları ise uzaklaştırıyor. Hayat günümüzde değerlendirilmeyen hatıralar yığını... unutulan dostluklar kümesi haline dönüşturüldü.
1969 yılında coğrafya öğretmenimiz Nazire Közer yönetiminde öğrenci olarak lisemizin tiyatro kolu başkanıydım. Nazire Hanım’la uzun süre ders hariçlerinde bahçe işlerinde çalıştık. Tiyatro faaliyeti olarak da Friedrich Dürrenmatt’ın Fizikçiler isimli eserini oynadık. Çok başarılı bir şekilde sunduk. Takdirle karşılandı. Ben bu tiyatroda geri plana koyduğumuz «Those Were the Days» müziği için Nazire Hanım’ın isteği üzerine Ankara’ya gittim.
1970 yılında da edebiyat öğretmenimiz Oktay Çağlar yönetiminde öğrenci olarak lisemizin tiyatro kolu başkanlığını sürdürdüm. Bu kez Cevat Fehmi Başkut’un Göç isimli eserini 16.05.1970 tarihinde sahneye koyduk. Arkadaşlarım Rızvan İnanç, Mustafa Coşkun, Faruk Olgun, Mahmut Karaca, Lezize Gökmen, Nazmi Üner, Eyüp Tekeli, Hayat Umgan, Bedri Oral, Cemil Uğraşan, Aynur Erdem, Nazmi Öncel, Abdurrahim Aslıhan, Vicdan Erol, İzzet İnanç ve ben bu eserde rol almıştık. Bu esnada okul müdürümüz ise Yüksel Turhal idi.
Her iki eserde de ben suflörlük yapmıştım ve arkadaşlarımız oldukça başarılı idiler.
Kültür öncüsü «Yeşil Bor Gazetesi» benim gibi olanlar için bir okul gibiydi. Sahibi rahmetli Hacı Şimşek güler yüzlü, dost bir insandı. Oğlu rahmetli Mahmut Şimşek bu gazetenin emektarlarından biriydi. Yıllar önce Azmi Yavuzalp tarafından CHP için yayınlanan «Bizim Bor Gazetesi» ve benim öncülüğümde basılan ve birkaç sayı yayınlanan «Karar Gazetesi» de Yeşil Bor Matbaasında basılmışlardı.
18 Temmuz 1970 tarihinde Yeşil Bor Gazetesi öncülüğünde Faruk Olgun ve benim yönetimimle «Bor Gecemiz» programı düzenledik. Bu gecede bana ait «Ölüm kahvesi» isimli eseri oynadık.
Bu başarılı oyunlardan sonra Aksaray’dan bana bir teklif geldi. Aksaray Sanat Meslek Lisesi Müdürü İbrahim Ceran okula bir ek dershane yaptırmak istediklerini, öğrencilerle bir tiyatro sahneleyerek geliriyle bu projelerini gerçekleştireceklerini ifade etti. Bana yardım edip etmeyeceğimi sordu. Ben de bu teklifi kabul ettim. Ve Nazım Kurşunlu’nun «Merdiven» isimli eserini sahneledik. Öğrenciler oldukça başarılı idi. Bu tiyatro faaliyeti Aksaray Selçuk İlkokulu yöneticilerinin de dikkatlerini çekmişti. Bana oradan da bir teklif geldi. Okul müdürü Ahmet Sımsıkı da okullarına ek dershane yaptırmak istediklerini, öğretmenlerle böyle bir çalışma yapabileceklerini ifade etti. Onların da isteklerine «evet» dedim. Ben ve Selçuk İlkokulu öğretmenleri elbirliği yaparak bu kez Göç’ü Aksaray’da da sahneledik. Cuma Korkmaz, Sabri Aktürk, Dürdane Özcan,Ali Başer, Nasullah Özdemir, Gülenay Etlik, Faik Kızıltan, Bedia Çaycı, Orhan Karaaslan, Emel Dalkılıç, Emel Karakelle isimli öğretmenlerle ben bu eseri tiyatro severlere sunduk.
Her iki okulun oyunlarını istek üzerine birkaç defa oynadık.
Bu çalışmalardan her hangi bir maddi karşılık almadım.
İstanbul’da da Bir kuruluşta tiyatro müdür muavini olarak Necip Fazıl Kısakürek’in «Ahşap Konak» isimli eserini sahneledik
Bir çok kişiyi ilgilendiren bu çalışmalardan sonra bir vatandaşımızla İstanbul’da Beyoğlu’nda karşılaştık. Bana sarılarak, Lokman Ağabey, sağol varol... Senin sayende Yeşilçam’da iş buldum. Ekmeğimi kazanıyorum, sanatı bize sevdirdin ağabey, dedi. Oldukça sevinmiştim.
Hayata küstürülen, baskı altında tutulan, okunmayan bireyler olarak bir çoğumuz, psikolojik irdelemelerden yoksun, iç dünyalarımızdan habersiz, kalpleri farkedemeyen öğretmenlerle hayata tutunmaya çalıştık. Şu an bize bakanların geçmişimizin bize yüklediklerini irdelemek akıllarından dahi geçmiyor. Fedakârlıklarımızı, gayretlerimizi, iyi niyetlerimizi, inançlarımızı bir kenara atarak bizi yorumlayanlarla karşı karşıya geliyoruz.
Hırsızlık, haksızlık, hukuksuzluk ve zulüm yaparak önünüze geçenler, hava atanlar, siyaset yapanlar, size balonlaştırarak, şişirerek tehlikeli, zararlı diye sundukları kişiler, kendileri yani onlar kadar olumsuz ve dışa bağlı değiller.
Kendinize ait ilaç fabrikalarınız yok. Yediklerinizi, içtiklerinizi denetleyecek denetim merkezleriniz yok… Sizi yüceltecek, şahsiyet sahibi yapacak, kişiliğinize katkıda bulunacak, üst mertebelere yükseltecek, inancınızı güçlü kılacak, birbirinizi sevdirecek bir eğitim yapılanması, kişiliklerinizi besleyecek mekanizmalar yok artık.
Sürü içinde bir koyunun aniden önüne fırlayan bir tavşanın peşinden koşması gibi... Bütün sürü o koyunun peşine takılıyor. Tavşan zannediyor ki bu sürü benim peşimden koşuyor…Uçurum falan düşünmeden atıyor kendini aşağılara… Sürü de sanki peşlerinde, geriden gelen bir tehlike varmış gibi hıcımla ilerlemeye devam ediyor… Tavşanın peşinden atıyorlar kendilerini aşağılara, hepsi telef oluyorlar. Çoban şaşkınlaşıyor… koyunların reflekslerini kontrol edemez halde, ağlıyor, çırpınıyor… Sadece olup bitenleri seyrediyor. Sürüsüz kalıyor, mesleğini kaybediyor...
Bugün Üniversite’ye girecek öğrencilerimiz, evlâtlarımız, çocuklarımız AKP’nin sehvenleriyle, sınav skandallarıyla tanınmaz hale gelen ÖSYM ile derslerine çalışmaları gereken bir dönemde kendilerini savunma, haklarını arama, yolsuzluklarla mücadele etme durumuna düşürüldüler. Onların haklarını çalanlar, zamanlarını da çalıyorlar... Yazıklar olsun!!!!
Türkiye’de nasıl öğretmenler öğrencilerini irdeleyemiyorsa, devlet öğretmenlerini denetleyemiyor. Devleti yönetenleri yönetecek ya da denetleyecek halk iradesi de sürekli baskı altında tutuluyor. Ezbere, partizanlığa, yozlaşmaya, imtihanlarda gösterilen sahtekârlıklara kapı açan bir eğitim sistemi de siyasi kurgulanmalar da, bozulmalar da sorgulanamıyor !
Geleceğe acılar, olumsuzluklar taşıyan zihniyet sağ gösterip sol vurarak bizi adeta sürüleştiriyor, sersemleştiriyor... Ani refleksler, önümüze fırlayan gündemler bizi uçuruma sürüklüyor.
Yoğunlaştırılan gafletler, hissettirilmeyen ihanetler, irdelenemeyen sinsi faaliyetler çevremizde yığın haline getiriliyor.
Sizi sizden koparan unsurlar yabancı... Size sizden gibi ya da dost görünenler kişiliksiz ve tehlikeli...Ajanlar ülkenizde at koşturuyorlar. Bir yozlaştırma ağı içerisinde, ülkenizi, değerlerinizi kaybetmek üzeresiniz.
Başından itibaren anlattığım konular içerisinde siz de kendinizi yorumlayın! Nereden geldiniz, nereye gidiyorsunuz? Bugüne kadar neler yaptık, bundan sonra ne yapacağız?
Hepimiz, siz ister farkedin isterseniz farketmeyin kaybettiklerimizi arıyoruz!
Tehlikeli bir döneme giriyoruz. Ülkemizi, ülkemizin bütünlüğünü, millî birliğimizi, başşehrimiz Ankara’yı, İstiklâl Marşımızı, camilerimizi, türbelerimizi, mezarlarımızı, huzurumuzu, dinimize ait değerleri, tarihimizi, tarihi değerlerimizi kaybetmek üzereyiz... Siyasi şartlanmışlık, menfaat suskunlukları adeta gözlerimizin önlerinde yelpazeleniyor...Türkiye için 9 yılda hiçbir şey yapamayanlar 9 yıldan sonra size bir şeyler yapacaklarını vaat ediyorlar. Bizim zekamızla oynayanlara,Türkiye’yi kargaşalıklar içerisine düşürmek isteyen eşgüdüm başkanlarına, emperyalist ülkelerden icazet alanlara, «Müslüman ülkelere bomba yağdıranlara destek olanlara», milyonlarca Müslümanı katledenlere dua edenlere haziran seçimlerinde bir cevabınız olsun!
Paris, 16.04.2011
Selam ve sevgilerimle.
Üzeyir Lokman ÇAYCI
İç Mimar – Endüstri Tasarımcısı
55, rue Louise Michel
78711 Mantes la Ville
FRANCE
http://www.artmajeur.com/serap/
Resim : Üzeyir Lokman ÇAYCI
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle