Konuk Yazar - turkocagi.org.tr
Nuri Gürgür
21 Şubat 2013
Türk Milliyetçiliği Bu Suçlamalara Müstahak Değildir
Başbakan Erdoğanın Midyattaki konuşmasının ve iki gün sonra parti kurulunda yaptığı konuşmanın ana teması milliyetçilikti. Milliyetçilik gibi Mustafa Çalıkın ifadesiyle telaffuzu kolay, grameri zor bir kavramın bir siyasetçinin konuşmasının ağırlık merkezini oluşturmasının ne derece kritik ve hataya açık bir tercih olduğu bu vesileyle bir kere daha görülmüş oldu. Doğruların ve yanlışların iç içe girdiği, bilimsel seviyesi ve içeriği olmayan ifadeler hem siyasî çevrelerde hem de toplum kesimlerinde doğal olarak tepkilere yol açtı.
Başbakanın kim ki kendi ırkının, kavminin, kendi kabilesinin diğerlerinden üstün olduğunu iddia ediyorsa o kişi şeytanın izindedir
Etnik milliyetçiliği kim yaparsa yapsın, fesat içindedir, fitne peşindedir ifadeleri aklıselim ve vicdan sahibi herkesin doğruluğunu onaylayacağı hükümlerdir; ancak Recep Tayyip Erdoğanın üstüne basa basa Türk Milliyetçiliğini de kavmiyetçilik-ırkçılık çerçevesinin içine katıp suçlamasının doğru ve haklı bir yanı yoktur.
Başbakan Erdoğanın bir başka hatası, peygamber efendimizin Veda Haccı hutbesinden bir ifadeyi iktibas ederek haklılık kazanmak istemesidir. Allah Resulü o hutbesinde putperestliği, kavmiyetçiliği, tefeciliği, her türlü kan davasını kınarken, bunların cahiliye dönemi adetleri olduğunu belirterek ayaklarımın altında sözüyle ümmeti uyarmıştır. Bir siyasetçinin siyasi içerikli konuşmasında bu cümleyi alıp kullanması, kendine göre içtihat yapmak istemesi yanlış bir tercih, yersiz bir benzetmedir. Her müminin doğrudan akıl ve ruh dünyasına hitap eden, asırlar boyunca inananların haz duyarak, ders alarak okudukları bu muhteşem Veda metninden siyasi bir mesaj amacıyla alıntı yapılmasının uygunsuzluğu ortadadır. Bunu kimse siyasi mülahazalarla tevile kalkışmamalı; hata yapıldığının anlatılıp ikaz edilmesinin manevi ve vicdani bir mükellefiyet olduğu unutulmamalıdır.
Başbakan Erdoğan Midyattaki konuşmasında bizim milliyetçilik anlayışımızda insan severlik, fakirin, fukaranın, gurabanın yanında yer almak var diyerek kendi milliyetçiliğini ifade etmiş oluyor. Başka bir ifadeyle, ayaklarının altına alıp, paspas yapmadığı bir milliyetçilik anlayışını benimsediğini söylemesi her türlü milliyetçiliğe karşıyız görüşüyle bağdaşmıyor.
Başbakanın ısrarla Türk milliyetçiliğini ırkçılık-etnikçilik olarak nitelendirmesi, Türk milleti olgusunun sosyolojik, tarihi ve kültürel mahiyetini görmezlikten gelmesi ilmi gerekçesi olmayan sübjektif bir tavırdır.
Kimse Türk milliyetçiliği fikrini benimsemeye mecbur değildir. Nitekim yüz yıldır milliyetçiliği her türlü kötülüğün kaynağı, savaşların müsebbibi sayarak karşı çıkan, benimsedikleri felsefi, ideolojik, evrenselci ve kozmopolit görüşleri çerçevesinde eleştiren akımlar mevcuttur. Ancak Başbakanın Türk milliyetçiliğine ilişkin söyledikleri fikri bir tartışma değil, hakarete varan siyasi bir suçlamadır. Bu suçlamaların muhatabı olan milliyetçi camia yani milletini seven, ülkesine, kültürel değerlerine hizmet etmeyi hayatının anlamı sayan, tarihinden, Türk olmaktan onur duyan milyonlarca insan Başbakanın ağzından Cumhuriyet döneminde benzeri görülmeyen ağır bir hakarete maruz kalmış, incitilmiştir.
Sayın Erdoğan pek çok konuşmasında millet kelimesini kullanıyor; fakat ısrarlı şekilde milletin adını belirtmiyor. Böylece bir millet, bir vatan, bir bayrak derken isim belirtilmediğinden bunların her biri soyut birer kavram olarak muallakta kalıyor. Sonuçta Türkiye topraklarında yaşayan ama adı bulunmayan nötr bir toplumdan bahsedilmiş oluyor.
Oysa Yugoslavya, Çekoslovakya gibi bir süre önce ayrışıp bölünen devletlerle, Belçika gibi kendine özgü yapısı olan bir devletin dışında, her konuda örnek aldığımız Batı dünyasında bütün devletler kurucu unsurun adıyla anılır. Fransa derken, Fransız milleti, Almanya derken Alman milleti, İtalya derken İtalyan milleti kastedilir. Bu ülkelerin bir çoğunda farklı etnik yahut kültürel grupların olması milletin adını belirtmekten kaçınmayı gerektirmez. Türkiyede de Türk ismi Türkiye vatandaşı anlamına gelir ve kimse dışlanmaz. İlk anayasamızda Türkiye devletini kuran halk Türk ıtlak olunur ifadesiyle bu husus açıkça belirtilmiştir.
Erken Cumhuriyet döneminde yapılan, 1980de tekrarlanan bazı hatalı uygulamaların ısıtılıp ısıtılıp gündemde tutulmaya çalışılması, Türklük kavramının etnisite sayılması, her bakımdan sakıncalıdır. Kültürel zenginliğimizi oluşturan ve yüzyıllardır barış ve huzur içinde yaşadığımız kültür ve medeniyeti, millet olgusunu yok saymak, bazı politik ve ideolojik amaçlarla mikro milliyetçilikler oluşturmaya çalışmak bu ülkenin tabanına dinamit yerleştirmektir.
Son dönemlerde organize şekilde yürütülen propagandalarla, yapılan yayınlarla Türküm demek şovenlik ve ırkçılık gibi gösterilmeye, milli kimliğimiz konuşulamaz hale getirilmeye çalışılıyor. Buna karşılık Kürtçülük, ırkçı-etnikçi bir hareket değil devletin zulüm yaptığı, yok saydığı, asimile etmeye çalıştığı bir halkın haklarını elde etmeye yönelik haklı bir girişimi olarak sunulmak suretiyle meşrulaştırmak isteniyor. Devletin egemenliğini paylaşması, ülkeyi iki devletli, iki milletli bir yapıya dönüştürmesi için yoğun baskı yapılıyor.
Yüz yıl önce Türk milletini, Rumelide yapıldığı gibi Anadoludan da söküp atmak, Konya Ovasında küçük bir alana sıkıştırmak amacıyla yürütülen tarihi Şark projesi bağlamındaki emperyalist saldırılara karşı çıkıp direnenler Türk milliyetçileriydi. Tamamıyla milliyetçi bir direniş olan Milli Mücadelenin kazanılmasından sonra yeni devletin kurulması, Türkiye Cumhuriyeti milliyetçilik fikrinin en büyük başarısıdır.
Aradan 90 yıla yakın zaman geçti, şartlar değişti; ama milletini seven, yüreğinde bu sevdayı, mensubiyet duygusunu taşıyan, aynı azim ve inançla, milli heyecan ve ruhla bu milletin mensubu olmaktan onur duyan insanlar var; bunlar Türk milliyetçileri, benimsedikleri fikir Türk milliyetçiliğidir. Bunu kavmiyetçilik, ırkçılık ve şovenlik olarak görüp suçlamanın, siyasi hesaplar uğruna milli hassasiyetleri törpülemenin, duyguların zayıflamasını istemenin milletimize karşı büyük bir haksızlık olduğunu basiret sahibi herkesin görmesi gerekir.
PKK-BDPNİN KARADENİZE AÇILIM PROJESİNİN ARKA PLÂNI
PKK 2011 seçimlerinde sol-sosyalist olarak tanımlanan, bildiğimiz komünist-Marksist kesimlerle ortak cephe oluşturarak entelektüel tabanını genişletmek istedi. Bu her iki tarafın da işine geliyordu. 80den önce milli demokratik devrim yaparak sosyalist bir idare kurmak için çalışan çeşitli sol fraksiyonlar, Mahir Çayanın THKP-Csi, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının THKOsu, Doğu Perinçekin TİİKPsi vb. bir sürü illegal örgütle, TİP gibi yasal kuruluşlar ihtiyaçları olan proleter tabana, toplum desteğine sahip olmadıklarından yeni gelişmeye başlayan Kürtçülük hareketini aralarına alarak kitle tabanı oluşturmaya çalıştılar. O dönemlerde esas güç, lokomotif unsur sol-komünist akımlar, taşeron kesim yani vagon DDKO (Doğu Devrimci Kültür Ocağı) gibi etnikçi örgüt ve gruplardı.
PKKnın ortaya çıkıp bölgede etkili bir silahlı unsur haline gelmesi, öte yandan Sovyetlerin dağılmasıyla komünist ideolojilerin iktidar hayallerinin tükenmesi sonucu dengeler ters yüz oldu. 80 öncesinin sol örgütlerdeki aktivist delikanlılar, Hasan Cemaller, Cengiz Çandarlar, Şahin Alpaylar, Oral Çalışlarlar ve benzerleri ideolojik dönüşüm geçirerek post modern, liberal birer kimlik kazandılar. Böylelikle başta medya olmak üzere, birçok alanda etkili yerlere geldiler, şöhret oldular. Artık milli demokratik devrimin geçerliliği kalmadığından, devletle ve kurumlarıyla 80 öncesinde yarım kalan kavgalarını liberal söylemlerle, demokrasi ve insan hakları gibi popüler kavramlar altında yürütmek üzere uğraşmaya koyuldular. Özellikle son dönemde yeni anayasa üzerinden Türkiyeyi bu coğrafyada adı olmayan bir milletin yaşadığı, milleti olmayan bir devletin bulunduğu renksiz, omurgasız bir yapıya dönüştürmek temel amaçları haline geldi.
Komünist-Marksistler dün lokomotif konumundaydı; bugünse vagon kendileri lokomotif PKK-BDPdir. Bu yüzden Türkiye Devletiyle hesaplaşmalarını PKK üzerinden sürdürmeyi tercih ediyorlar. Bu kesime mensup Nuray Mert, PKKnın terör örgütü olmadığını, silah bırakmaması gerektiğini söylerken terör kışkırtıcılığı yapmaktan çekinmiyor. Yıllardan beri siyasi alanda hiçbir başarı sağlayamayan, her seçimde kurdukları sözde partilerin aldıkları oy oranıyla çaresiz duruma düşen sol-sosyalistler BDPnin ortak cephe davetine koşa koşa icabet ettiler, bu sayede bazıları Meclise girmeyi başardılar.
Karadenize açılım girişimlerinde yer alan 4 milletvekilinden 3ü Ertuğrul Kürkçü, Sırrı Süreyya Önder, Levent Tüzel komünist-Marksist kimliklerini, ideolojik yapılarını aynen muhafaza eden isimler. Sebahat Tuncelin ise PKK ile bağlantısı mahkeme kararıyla sabittir ve aynı zamanda sıkı bir Marksisttir. Bunların Karadenize açılma planlarının amacı açıktır. PKKnın Akdeniz ve Ege bölgesinin birçok yerinde sahip olduğu grup desteği, göçlerle oluşan bir nevi diaspora Karadeniz bölgesinde bulunmadığından burada Kürtçülük yapmaları mümkün değildir. Oysa mesela Gültan Kışanak kısa süre önce Antalyaya gitti, taraftarlarının düzenlediği toplantıda yolumuz Kürdistanın kurulması diyerek mesajını açıkça verebildi.
Karadeniz bölgesi ırkçı-etnikçi girişim yapmalarına elverişli olmadığından, eksiklerini ideolojik kanaldan tamamlamak istediler. Çünkü Karadeniz bölgesinin bazı yörelerinde 80 öncesinde sempatizanları ve yandaşları bulunuyordu. Bu unsurları yeniden hareketlendirerek bir takım sivil toplum kuruluşları ve sözde sendikalar aracılığıyla, marjinal siyasi örgütleriyle ideolojik bir hareketlilik oluşturmak istediler. Unutulmamalıdır ki 1972de Mahir Çayan ve arkadaşları (Ertuğrul Kürkçü dahil) hapishaneden kaçtıklarında eylem merkezi olarak Ünyeyi seçmişlerdi. O dönemde yüzlerce milliyetçinin katili olan eli kanlı DEV-YOL örgütü Fatsada bir militanını belediye başkanı yapacak kadar etkiliydi.
Bu ideolojik kampanyayı yürüten ekip önce Sinopta ardından Samsunda halkın tepkisiyle karşılaştı. Sinopta kaldıkları öğretmen evinin karşısında PKKnın üç ay önce şehit ettiği ve Sinopta çok sevilen bir Mehmetçiğin ailesi yaşıyordu. 35 bin nüfusa sahip Sinopta bu şehidin cenazesini üç ay önce 50 bin kişi uğurlamıştı. Acıları yüreklerinde kanayıp duran aile BDPlilerin karşılarına gelip yerleşmesi üzerine evlerine Türk bayrağını asıyorlar. Bu adeta bir işaret oluyor ve Sinopta evler, dükkânlar Türk bayrağıyla donatılıyor. Bundan sonra biriken topluluğun gösterdiği tepkinin nedenini anlamaya çalışmak yerine bunu kontrgerillanın, Ergenekonun yahut iki siyasi partinin organizesi şeklinde göstermek gerçekleri inkâr anlamına gelir. Emniyetin aldığı tedbirlerle olayların büyümemesi, fiziki bir şiddete dönmemesi son derece hayırlı olmuştur. Çünkü böylece medyayı kontrollerinde bulunduran malum çevreler daha büyük bir propaganda yapmaya fırsat bulamamışlardır.
Ertesi gün Samsunda da benzer tepkilerle karşılaşan ekip ortamın sandıklarından farklı olduğunu görünce geri dönmeye karar verdi. Şimdi bu tablo üzerine kimse farklı senaryolar üretmeye kalkışmasın. Sayın Başbakan o kişilerin seçilmiş milletvekilleri olduklarını söyleyerek herkesin saygı göstermesi gerektiğini ifade etti. Kısa süre öncesine kadar BDPnin PKKnın uzantısı ve Kandilin emrindeki örgüt olduğunu söyleyen, dağdaki PKKlılarla kucaklaşmalarını haklı olarak kınayan, bu tutumları devam ettiği müddetçe görüşme yapmayacağını açıklayıp randevu vermeyen sayın Başbakan kusura bakmasın; amaçlarını, hedeflerini saklama gereği duymayan, binlerce Mehmetin, polisin katillerini gerilla olarak tanımlayıp kutsayan bu kişiler sıfatları ne olursa olsun saygıya müstahak değillerdir. Meclis kürsüsünden ettikleri yemini fütursuzca çiğneyen, Meclisi PKKnın propaganda alanı haline dönüştürmeye çalışan, bölgede ve Türkiyenin her tarafında fitneyi kışkırtan, teröristlere kol kanat geren bu militanlara saygı göstermek isteyen buyurup göstersin. Ancak unutulmasın ki saygıya müstahak olan milletvekili sıfatına maalesef sahip olan terör örgütünün temsilcileri ve ortakları değil Türk milliyetçileridir. Onlardan esirgenen tavrın PKKlılara sunulmak istenmesinin mantıklı bir gerekçesi olamaz.
Kaynak: http://www.turkocagi.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=5018
Bu yazı 1,827 defa okundu.
Diğer köşe yazıları
Tüm Yazılar
-
3 Mart 2022
Sadi Somuncuoğlu Gök Kubbede Hoş Bir Seda Bırakarak Hakk'a Yürüdü
-
14 Aralık 2021
TÜRKLERİN BİRLİĞİ ÜLKÜSÜNDE TARİHİ BİR AŞAMA
-
25 Mart 2021
MEHMET GENÇ - İlim Dünyamızdan bir Yıldız Daha Kaydı
-
27 Mart 2020
Koronavirüs Salgını ve Türkiye
-
2 Mart 2020
Suriye Bataklığında Boğulmamak İçin
-
19 Şubat 2020
Kıbrıs Türkleri Sınav Arifesinde
-
7 Ocak 2020
Trump Çok Tehlikeli Bir Kumar Oynuyor
-
1 Ocak 2020
Doğu Akdeniz Satrancı ve Türkiye
-
10 Aralık 2019
NATO Zirvesi ve Türkiye
-
17 Kasım 2019
Görüşmeler de Sorunlar da Devam Ediyor
-
19 Mart 2019
2019 Zor Bir Yıl Olacak
-
9 Mart 2019
Marmara Depremi- Pusudaki Büyük Tehlike
-
1 Mart 2019
9 Mart Olayı ve 12 Mart Müdahalesi- Darbeye Karşı Darbe
-
14 Şubat 2019
Ozan Arif Çağımızın Dede Korkut'u Hakk'a Yürüdü
-
25 Ocak 2019
12 Eylül Zulümlerinin Baş Mimarı Nurettin SOYER
-
5 Kasım 2016
Sorunlarımızın Temel Nedeni: Kaliteli Eğitim Ve Hukuk Devleti Zafiyeti
-
27 Eylül 2016
Sorunlarımızın Temeli; Eğitim Meselesi
-
20 Temmuz 2016
Menfur Darbe Girişimi ve Sonrası
-
12 Şubat 2016
PKK Terörü-Etnik Fitne Ve Terörle Mücadele Eylem Plnı Bağlamında Yüz Yıl Sonra Yeniden Beka Güvenlik Ve Bütünlük
-
1 Ocak 2016
Özyönetim Bildirgesi Yahut Ayrılış Manifestosu
Yorumlar
+ Yorum Ekle