Konuk Yazar - turkocagi.org.tr
Nuri Gürgür
15 Ocak 2015
Müslümanlar Kendilerini Şimdi Değilse Ne Zaman Sorgulayacaklar?
Charlie Hebdo isimli mizah dergisine yapılan saldırı ve ardından faillerin yakalanması için sürdürülen operasyon sırasında yaşananlar, olayın hem muhtemel etkileri ve sonuçları, hem de nedenleri açısından küresel bir sorun olduğunu gösteriyor.
Fransız toplumunda, 18nci yüzyıldan beri birçok Batı ülkelerinden daha fazla dogmalara, tabulara karşı olan, bütün dini kutsallara, fikirlere karşı tavrı bulunan, laisizmin en radikal tarzının benimsendiği bir zihniyet egemendir. Söz konusu mizah dergisi yıllardan beri bu anlayışı benimseyerek anarşist bir anlayış içerisinde neşriyat yapar, sayısal bakımdan İslamiyet kadar olmasa da Katolik Kilisesi, Papa ve Yahudileri de konu alan karikatürler, yazılar yayınlar. İslâmla ilgili yayınlarını doğrudan Müslüman yahut göçmen düşmanlığından dolayı değil, kendince bağnazlığa karşı olma gerekçesiyle yapar. Fransız toplumu bu tarz yayınları ifade ve düşünce özgürlüğü olarak gördüğünden, basın özgürlüğünün sonucu saydığından normal karşılar; tepki göstermez. Bu yüzden Fransızlar 10 dan fazla insanın hayatını kaybetmesinin ötesinde, bu saldırıları benimsedikleri değerlere, hak ve özgürlüklere yapılmış olarak görüp tepki gösteriyorlar. Aslında Fransada egemen olan anlayışın aksine, AİHM 1994 tarihli bir kararında, Hz.İsaya hakaret içeren bir filmin yasaklanmasını yurttaşların dini duygularının rencide edilmelerine karşı korunmaları gerektiği gerekçesiyle uygun bulmuştu. Ama aradan 20 yıl geçtikten sonra benzer bir karar çıkabilir mi, bilemeyiz.
Gösterilen tepkilerin Fransa ile sınırlı kalmayacak derecede farklı boyutları ve anlamı var. 21 nci yüzyılda dünyada barış, huzur ve istikrarın sağlanabilmesi için meselenin hacmiyle orantılı şekilde ele alınması, çeşitli açılardan serinkanlılıkla, objektif şekilde incelenmesi uluslararası alanda ortaklaşa çözüm yollarının aranması gerekmektedir. Başka bir ifadeyle bu büyük sorunun altından ne tek başına Fransa, ne Avrupa ne de İslâm dünyası kalkabilir. Sorun bu haliyle sürüp gittikçe giderek derinleşecek, müzminleşecek, sonuçta Handingtonun yıllarca önce işaret ettiği medeniyetler çatışmasına dönüşecektir; ortaya çıkacak kan ve gözyaşı sınır tanımaksızın bütün dünyayı kaplayacak hale gelecektir.
Batı dünyasında, özellikle Avrupada hızla tırmanan İslâmofobi (İslâm korkusu) bu olay üzerine daha da yoğunlaşacaktır. Çünkü Batıda bu zemini hazırlayan elverişli bir politik, psikolojik, sosyal ve ekonomik ortam var. Bu cümleden olarak Almanyada kısa süre önce ortaya çıkan İslâm karşıtı PEGİDA hareketinin düzenlediği eylemlere katılım katlanarak büyüyor. Almanyada bu yıl içerisinde camilere yapılan saldırılar 36dan 75e yükseldi. İsveçte de benzer olaylar yaşanıyor. Yapılan anketlerde Alman halkının % 51i İslâmı tehdit olarak görüyor; % 57si yabancıların ülkeyi hemen terk etmesini istiyor. Avusturya, Hollanda, Belçika ve İskandinav ülkelerinde de durum aynı. Kısa bir süre önce Norveçte fanatik bir Norveçli İslâm tehlikesine dikkati çekme gerekçesiyle öğrencilerin üzerine ateş açıp katliam yapmıştı. Başta Fransa olmak üzere, Batılı ülkeler Müslüman nüfusunun çoğalmasını kültürel bir tehdit olarak görüyorlar. Fransada büyük çoğunluğu Kuzey Afrikadan gelene ve vatandaşlık statüsü verilen 6 milyona yakın Müslüman var. Bu ülkelerde yerleşerek yaşayan, buralarda doğup büyüyen üç dört kuşak göçmenlerin oluşturduğu Avrupalı Müslümanlar diye bir toplumsal tabaka mevcut. Paris saldırısını yapanlar da bu kimliği taşıyorlar.
Bunların çoğunluğu kendi kültürlerini önemli ölçüde koruduklarından, asimile olmadıklarından öteki olarak görülüyorlar. Vatandaşlık haklarından eşit ve adil şekilde yararlanamayınca zaman zaman kitlesel tepkiler gösteriyorlar. Bu mağduriyet psikolojisi, ırkçı ve ayrımcı tavırlardan kaynaklanan ezilmişlik hali genç Müslümanlar arasında El Kaide yahut IŞİD gibi radikal örgütlerin etkili olmasına yol açıyor.
Avrupada yüzyıllar öncesinden arta kalan Haçlılık zihniyetinin hortlamasını, oryantalizmin toplumsal bir kabul görmesine yol açan İslâmofobya sorununun diğer ucunda selefcicihatçılık(cihadizm) yer alıyor. Hz. Aliyi bile tekfir edip şehit edecek kadar bağnazlaşan bir İslâm yorumu son yirmi yıl içerisinde İslâm dünyasının üzerine karabasan gibi gelip oturdu.
80li yıllarda Sovyetlere karşı mücadele veren mücahitleri destekleyen ne Amerika Birleşik Devletleri, ne de Suudiler bu cephede savaş kabiliyetini gerçekleştiren, deneyim kazanan, İslâmın selefi yorumunu benimseyen grupların, ileriki yıllarda başlarına buyruk hale geleceklerini, küresel hedeflere yöneleceklerini düşünmediler.
80li yılların ortalarında Çeçenistanda başlayan bağımsızlık girişimleri, Rusların haklarını gasp ettiği mağdur bir Müslüman halkın meşru savunma çabaları olarak haklı görüldü; İslâm âleminin her yerinde sempati topladı, manevi destek buldu.
Bu yıllarda Afganistan ve Pakistanda İslâmi eğitim veren yüzlerce medresede selefici anlayışla eğitilen kitleler arasında cihatçı eğilimler dal budak saldı. Zengin bir işadamı olan Suudi Usame Bin Ladenin ve Eymen El Zevahirinin liderliğini yaptığı El Kaide 1988de kuruldu. 2011de bu örgüt tarafından yapılıp yapılmadığı hâlâ tartışılan 11 Eylül saldırısıyla El Kaide Dünya çapında bir marka haline geldi. Müslümanların yaşadığı birçok Asya ve Afrika ülkesinde bu örgütle irtibatlı gruplar ortaya çıktı. Bunların arasında Amerikanın Irakı işgali üzerine Sünnilerin başlattığı silahlı direniş hareketleri arasında yer alan ve 2004de El Kaideye bağlılığını açıklayan örgüt de vardı. Arap baharı sürecinde 2011 de Suriyede başlayan iç savaş döneminde, bu örgütün stratejisinde, hedefinde ve yönteminde köklü bir değişim meydana geldi. Kökten dinci bir organizasyon olan El Kaide, belirli bir toprak parçasında egemenlik amacı gütmeyen, birbirinden uzak hedeflere yönelen, ABDni baş düşman sayan bir anlayışı benimserken, önce IŞİD (Irak-Şam İslâm Devleti), daha sonra İslâm Devleti adını alan örgüt İslâm Devleti ve halifelik kurma iddiasıyla konvansiyonel savaş başlattı. El Kaideden ayrıldığını açıkladı, ona bağlı El Nusra gibi örgütleri de çevresinde topladı. IŞİDin geçen yıl Irak ve Suriyede elde ettiği başarılar, Musulu bırakıp dağılan Merkezi Irak ordusundan elde ettiği silah stokları, kontrolüne aldığı petrol kuyuları başta olmak üzere, büyük gelir kaynakları edinmesi bu örgütü bir anda bölgesel ciddi bir varlık haline getirdi. Cihadist selefiler arasında, Avrupa başta olmak üzere dünyanın her tarafından yüzlerce Müslüman genç örgüt saflarına katıldı. Halen Suriyede 20 ila 50 bin arasında silahlı bir güce sahip olduğu öne sürülmektedir.
Günümüzde önce El Kaide, şimdi de IŞİD İslâmın cihadist ve selefici yanının temsil eden hareketlerdir. Bunların varlığı İslâmofobiyi güçlendirdiği gibi, Batıda giderek yaygınlaşan İslâm karşıtı hareketler cihadizme en güçlü gerekçe oluyor; böylelikle bu iki akım birbirini besliyor.
Cihatçı, selefici hareketlerin Irak ve Suriye, Yemen ve Nijerya başta olmak üzere, etkili oldukları bölgelerde rakiplerini korkutup sindirmek, halkın üzerinde egemenlik kurmak maksadıyla kullandıkları şiddet yöntemi, yaptıkları kitlesel katliamlar, baş kesme törenleri medya aracılığıyla anı anına izlenebiliyor. Ekran başında bunları gören yahut gazetelerde okuyan insanlarda yapanlara karşı doğal olarak korku, nefret ve öfke gibi duygular oluşuyor. Bu eylemleri sürdüren örgütlerin sürekli Kuranı referans aldıklarını, bunları cihat bağlamında yaptıklarını öne sürerek hareketlerine kutsallık izafe etmeye çalışmaları Müslümanları çok büyük sorunlarla karşı karşıya bırakıyor. Başka bir ifadeyle Cihadizm, dünya görüşü olarak şiddeti yöntem olarak benimsediğinden terörle bütünleşiyor; sonuçta ortaya çıkan vahşet görüntüleri, katliamlar sadece yapanlara mal edilmiyor, doğrudan İslâm inancı sorgulanmaya başlanıyor. Mesele İslâm âlemiyle birlikte Türkiye için de büyük bir sorundur. Sorunun İslâmî tefekkür ve düşünce tarafının yanında, Türkiye açısından ülkemizin güvenliği, toplumsal huzur ve barış gibi kendimize özgü tarafları var. Bunların birbirine bağlı şekilde ciddi birer tehdit unsuru olarak karşımızda duruyor.
IŞİDin ortaya çıkmasının bölgedeki dengeleri aleyhimizde nasıl etkilediği, PKK-PYDnin Amerika Birleşik Devletlerinin güvenilir müttefiki konumuna geldikleri ortada. Yapılan araştırmalar IŞİDin Türkiye içerisinde ciddiye alınmasını gerektiren toplumsal bir tabanının bulunduğunu gösteriyor. Boğaziçi Üniversitesinin bu konudaki bir araştırmasında, ülkemiz genelinde IŞİDe sempati duyanların oranının % 5 olduğu ifade edilmişti. Bu oran nüfusumuza yansıtıldığında ortaya kaygı verici bir rakam çıkıyor. Prof. Ümit Özdağ 21. Yüzyıl Enstitüsünün yapmakta olduğu araştırmada Türkiyeden IŞİDe katılanların sayısının 10-12 bin olduğunu açıkladı. Taşhiyeciler, Aczimendiler ve bir takım dini gruplar El Kaideyi açıktan açığa övüyorlar, Paristeki saldırıda ölen eylemciler için gıyabi cenaze namazı kılarak, bunu kamuoyuna duyurarak terörün propagandasını yapabiliyorlar. İhvan-ı Müslüminin Mısır ve Suriyede yediği büyük darbeler neticesinde demokratik yollardan iktidar olma yollarının tıkandığını görmesi, Türkiyede bu anlayışı benimseyen kesimler arasında hayal kırıklığı oluşturdu. Kendilerini bir açmazla karşı karşıya gören ülkemizdeki Müslüman Kardeşler taraftarları arasından da IŞİDe kaymalar yaşandığı bir gerçektir.
Halen Türkiyede İslâmcılık adına faaliyet gösteren onlarca vakıf, dernek ve benzeri oluşum selefici yorumları benimseyerek, gerçek Müslümanlık budur diyerek yorumlarını yaymaya, taraftar toplamaya çalışmaları, inanan kesimlerde özellikle gençler arasında büyük bir kafa karmaşası doğuruyor. Bu merkezler beyinlere nüfuz ederken, Diyanet İşlerinin, İlahiyat Fakültelerinin yani İslâmı gerçek anlamıyla anlatmakla, öğretmekle yükümlü yerlerin gerektiği kadar aktif olmamaları büyük bir boşluk oluşturmaktadır. İslâmın cemaatle doğrudan muhatap olunan ana mekânı olan camiler, yıllardan beri görevli imamların sadece namaz kıldırdıkları birer alan halinde kullanılmaktadır. Bu durum cami cemaatinin kâmil anlamda İslâmî bilgi edinmelerini, Kuranın hükümleriyle, hikmetiyle yeterli derecede aydınlanmalarını engellemektedir. İslâmı her yönüyle iyi bilen ve cemaatle kalbî ve fikri ilişki kurabilen, anlatım kabiliyeti bulunan, inancımızı günümüzün şartlarıyla, sorunlarıyla bağlantılı olarak anlayıp anlatabilen, kafalardaki sorulara tatminkâr cevaplar verebilen imamlara, din adamlarına olan ihtiyacımız büyüktür. Bunların eksikliği telafi edilmedikçe İslâm adına yanlış yollara yönelenleri, Anadolunun yüzyıllara dayalı tasavvufi geleneğinden, manevî birikiminden, insanlarla ilişki tarzından yararlanarak uyaracak Diyanet camiamız olmaz. Bu eksiklik sürdükçe sorunlar büyüyüp derinleşecektir. İslâmın rahmeti, şefkati, muhabbeti öngören, insanları nefislerini ıslaha, olgunlaşmaya, mükemmelleşmeye yönelten bir hayat tarzı, dünyaya bakış olarak benimsenmesini isteyen Kitabımızı anlayıp anlatamayınca, bir sürü marjinal unsur diledikleri gibi at koşturabiliyor. Mütedeyyin kesimler ve özellikle gençler bunlardan etkileniyor.
Siyasi iktidar dinî hayatımızla ilgili ihtiyaçlarımızı görüp, tedbirler almak yerine, mütedeyyin kesimlerin desteğini almak maksadıyla popülist girişimler yapmayı tercih ediyor. İmam Hatip okullarının sayılarının hızla artması, öğrencilerin bu okullara yönlendirilmeleriyle arzu eden dindar nesillerin oluşumunu kesinlikle sağlayamaz. Tam tersine bu tarz siyasal tavırlar gençler arasında hem İmam Hatip okullarının temsil ettiği zihniyete, hem de doğrudan İslâma karşı soğukluk duyulmasına yol açar. Nihilist eğilimli gençlerin sayısı çoğalır. Din siyasi hesaplarla araçlaştırılmaya çalışıldıkça siyasi bir alana sıkıştırılıp kalır. Siyasetin ve siyasetçilerin, İslâmın manevî, ahlâkî, insanî esaslarıyla bağdaşmayan tavırları geniş nesillerin manevi dünyalarının körelmesine yol açar. Diyanet camiası ve bu kurum görevlileri iktidarın teveccühünü kazanmak için doğruları ifadeden kaçındıkça, toplantılarını siyasi liderlerin mesajlarını vermek için platform haline getirdikçe itibarlarını, inandıklarını kaybederler. Türkiyede bunlar günübirlik olaylar haline geldiğinden Diyanetin topluma manevi rehberlik işlevi yapması imkânı kalmıyor.
Cihadizmin küresel bir tehdit haline gelmesinde Batının İslâm dünyasında sebep olduğu travmaların, yüzyıllardır sürüp gelen işgal ve sömürü çabalarının, yaptıkları haksızlık ve zulümlerin büyük payı olduğu açıktır. Batı toplumlarında hâlâ Ehl-i Salip zihniyetinin tortuları görülüyor; iki yüz yıllık oryantalist geleneklerinden kurtulabilmiş değiller. Filistinde milyonlarca insan 70 yıldır İsrail zulmüne terk edilmiş durumda. Irak, Suriye ve Libyada yüz binlerce insanın ölmesini, milyonlarca Müslümanın evsiz, barksız kalıp perişan edilmelerini ısrarla görmezlikten geliyorlar. Müslüman coğrafyalarında ekonomik kaynaklara egemen olma hırslarından kaynaklanan aç gözlülüklerinin neden olduğu tepkileri anlamıyorlar.
Bütün bu gerçekler bir yana, Müslümanların sorunları ve Türkiyenin kendine özgü meseleleri sürekli Batılıların yaptıkları yanlışlar anlatılarak çözülemez. İslâm âlemi ve Türkiye öncelikle kendi muhasebesini yaparak, yanlışları görerek bunları düzeltmek mecburiyetindedir. Biz kendimizi düzeltmeden halimizin düzelmeyeceği ilahi hikmetinin ışığı altında vakit geçirmeden kendimizi sorgulamanın, kendimizle yüzleşmenin tam zamanıdır.
Kaynak: http://turkocaklari.org.tr/sayfa/4694/muslumanlar-kendilerini-simdi-degilse-ne-zaman-sorgulayacaklar.html
Bu yazı 1,286 defa okundu.
Diğer köşe yazıları
Tüm Yazılar
-
3 Mart 2022
Sadi Somuncuoğlu Gök Kubbede Hoş Bir Seda Bırakarak Hakk'a Yürüdü
-
14 Aralık 2021
TÜRKLERİN BİRLİĞİ ÜLKÜSÜNDE TARİHİ BİR AŞAMA
-
25 Mart 2021
MEHMET GENÇ - İlim Dünyamızdan bir Yıldız Daha Kaydı
-
27 Mart 2020
Koronavirüs Salgını ve Türkiye
-
2 Mart 2020
Suriye Bataklığında Boğulmamak İçin
-
19 Şubat 2020
Kıbrıs Türkleri Sınav Arifesinde
-
7 Ocak 2020
Trump Çok Tehlikeli Bir Kumar Oynuyor
-
1 Ocak 2020
Doğu Akdeniz Satrancı ve Türkiye
-
10 Aralık 2019
NATO Zirvesi ve Türkiye
-
17 Kasım 2019
Görüşmeler de Sorunlar da Devam Ediyor
-
19 Mart 2019
2019 Zor Bir Yıl Olacak
-
9 Mart 2019
Marmara Depremi- Pusudaki Büyük Tehlike
-
1 Mart 2019
9 Mart Olayı ve 12 Mart Müdahalesi- Darbeye Karşı Darbe
-
14 Şubat 2019
Ozan Arif Çağımızın Dede Korkut'u Hakk'a Yürüdü
-
25 Ocak 2019
12 Eylül Zulümlerinin Baş Mimarı Nurettin SOYER
-
5 Kasım 2016
Sorunlarımızın Temel Nedeni: Kaliteli Eğitim Ve Hukuk Devleti Zafiyeti
-
27 Eylül 2016
Sorunlarımızın Temeli; Eğitim Meselesi
-
20 Temmuz 2016
Menfur Darbe Girişimi ve Sonrası
-
12 Şubat 2016
PKK Terörü-Etnik Fitne Ve Terörle Mücadele Eylem Plnı Bağlamında Yüz Yıl Sonra Yeniden Beka Güvenlik Ve Bütünlük
-
1 Ocak 2016
Özyönetim Bildirgesi Yahut Ayrılış Manifestosu
Yorumlar
+ Yorum Ekle