Konuk Yazar - turkocagi.org.tr
Prof.Dr.Mehmet Öz Türk Ocakları Genel Başkanı
3 Şubat 2015
''Yeni Türkiye'' Nereye?
2015 yılının, pek çok açıdan kritik bir dönüm noktası olacağı, 2011 seçimlerinden sonra ayan beyan belli olmuştu. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, bütün bu meselelerin ağırlaşarak karşımıza çıkacağına işaret etmiştik. Diğer meselelerimizin yanında özellikle şu dört mesele, seçim sürecinde Türkiyenin yoğun olarak gündemini işgal edecek ve geleceğimizin şekillenmesinde rol oynayacak:
1. Başkanlık sistemi tartışmaları
2. Çözüm Süreci
3. Ortadoğu savaşı
4. Ermeni meselesi
Bunların hepsi ayrı ayrı analiz edilmesi gereken hususlar olmakla birlikte birbirleriyle yakından bağlantılı ve ilişkili oldukları da malumdur. Bu yazıda daha ziyade çözüm süreci eksenindeki tartışmalar ve yaşananlar çerçevesinde bir değerlendirme yapacağız.
Toplumdaki genel bıkkınlık ve yılgınlığın da etkisiyle bir barış ve çözüm ümidi pompalandığı için sürecin başlangıcında kamuoyunun büyük kesimi açık veya örtük destek verdi. Şehit cenazeleri gelmeyecek, analar ağlamayacaktı. Üstelik Kürtler statü peşinde de değildi. Sadece haklarını istiyorlardı. Peki, bu haklar nedir? diye sorulduğunda PKKlılara af, Kürtçe eğitim, yerel yönetimlerin yetkilerinin artması gibi ilk bakışta tepki çekse de barış uğruna toplumun hoş görebileceği varsayılan hususlar dile getiriliyordu. PKK silah bırakacak, en azından Türkiyedeki silahlı unsuru ülke dışına çıkacaktı. Sonuç böyle olmadı, çatışmasızlık ortamından yararlanan PKK, bir yandan Suriyede özerk kantonlar inşa ederken öte yandan Türkiyede gençlik yapılanmasını güçlendirdi, mahkemeler kurdu, karşıtlarını tehditle sindirdi. 6-8 Ekim olayları, hükümet için de çok önemli bir kırılma noktası oldu. Ama sonra, İmralıyla yapılan görüşmeler sonrasında sürece devam kararı alındı.
Türk devletini yönetenler, çevredeki gelişmelerden tecrit edilmiş, yalıtılmış bir ortamda değil tam da büyük bir yeniden tasarım savaşının cereyan ettiği bir dönemde bu inisiyatifi geliştirdi. Dolayısıyla hesap hataları yapıldı. Son dönemde çekingen ya da imalı bir dille başlangıçta verilen sözün tutulmadığı dillendiriliyor. Nitekim iktidar partisinin politikalarına yön veren düşünce kuruluşlarının temsilcileri de zaman zaman çözüm sürecinde örgütün takındığı tutumdan endişelerini izhar ediyorlar. Geçtiğimiz günlerde, Yeni Şafak gazetesinde Hatem Ete şunları yazdı:
PKK, 2012de Arap Baharından esinlenerek devrimci halk savaşı konseptini benimsemiş ve alan savunması olarak nitelediği eylem tarzlarıyla bir bölgenin denetimini eline geçirip kurtarılmış bölge oluşturmayı hedeflemişti. (
) Cizredeki olaylar, PKKnın 2012de akim kalan teşebbüsü, Rojava tecrübesi ve çözüm süreci zemini üzerinden tekrar hayata geçirme çabasını yansıtıyor. Bu çerçevede, Cizredeki gelişmeler, örgütün çözüm sürecine nasıl bir anlam yüklediğini ve süreç sonrasında nasıl bir siyasi düzen kurma tasavvuruna sahip olduğunu görmemize imkân sağlıyor. Cizredeki olayların asıl faili olan YDG-H, çözüm süreci döneminin bir yapılanması. Fırtına gençlik gibi sempatik kelimelerin arkasına saklanarak perdelemeye çalışılan bu paramiliter örgütün işlevi, örgütün alan hâkimiyeti kurmasını, alternatif kesimleri sindirmesini sağlamak.
Sürecin en başında, PKKnın ipiyle kuyuya inilmeyeceğini ikaz edenlere karşı, çözüm projesinin millî olduğu teziyle ortaya çıkanlar, maalesef Ortadoğunun kaygan ve çok-bilinmeyenli siyasî denklemini basite irca etmelerinin faturasını Türk milletine ödetiyorlar. PKKnın silahlı güçlerini çekeceği, silahsızlanacağı varsayımının ne denli ham hayal olduğu anlaşıldı.
Çözüm sürecinde devlet otoritesinin âdeta ortadan kalkmasını fırsat bilen PKK, bir yandan gençleri ve çocukları kullanarak bölgede hâkimiyetini pekiştirirken öte yandan Suriyenin kuzeyinde Rojava adı altında üç kanton kurarak geleceğe dönük stratejisini hayata geçirmeye başladı. Türkiye Cumhuriyeti ise, Cumhurbaşkanının PYDyi terörist ilan eden beyanlarına -ki bu söylem elan devam ediyor- rağmen Türk toprakları üzerinden bu terör örgütüne yardım edilmesine izin verdi. IŞİDe karşı büyük ölçüde ABDnin hava bombardımanlarının, kısmen de Peşmerge ve Özgür Suriye Ordusunun yardımlarıyla sağlanan başarı ise PYD ve YPGnin hanesine yazıldı. Böylece, kurmaca bir kahramanlık destanı eşliğinde Rojava masalı zihinlere kazındı. Kürt ayrılıkçılığının hamaset deposu şişirildi. Üstüne üstlük Başbakanın Diyarbakırdan Rojavaya selam göndermesi, PKKnın siyasî uzantıları tarafından (Adama selam söyletirler denilerek) siyasî bir kazanca tahvil edildi.
PKKya karşı, dinî söylemi esas alan HÜDA-PAR gibi yapıların bölge içinde çatışmalara yol açması bazıları için dengeleyici bir unsur gibi gözükse de bunun, orta ve uzun vadede bölgede Türkiyenin diğer yerlerinden tamamen farklı bir siyasi yapılanmayı ortaya çıkarması hâlinde doğacak sonuçlar acaba iyi hesaplanmış mıdır? Suriyenin kuzeyindeki oluşumla üst akılın Türkiyeye verdiği mesaj yeterince algılanmış ve buna karşı millî bütünlüğümüz ve çıkarlarımız temelinde bir siyasetin gerekleri planlanmış mıdır? Bu sorulara tatminkâr cevap bulmak maalesef zor görünüyor.
Manzaranın açıklığına rağmen, girilen kritik seçim süreci, Başkanlık sistemine yetecek bir sonucun alınması arzusu, maalesef hâlâ çözüm süreci denilen, mahiyeti bir türlü açıkça anlatılmayan heyulaya bel bağlanmasına yol açıyor. Kürtçü siyasi hareketin bütün unsurlarının açık tavırları dikkate alındığında, hükümetin sadece sözde kalan bir kamu düzeni söylemi dışında sağlıklı bir seçim ortamı tesis edemeyeceği anlaşılmaktadır. Sayın Cumhurbaşkanının şahsi karizmasıyla Başkanlık sistemi kurularak bu meselenin çözüleceği gibi bir beklenti varsa bunun ham bir hayal olduğunu anlamak için fazla bir zamana gerek olmayacaktır.
Türkiyede Pandoranın kutusunu açanların, 1918-23 arasında verilen varolma mücadelesi sonucunda, bazı kişilerin, hadi açık söyleyelim, Mustafa Kemal Paşanın keyfi için millî devletin tesis edilmediğini fehmetmeleri neden bu kadar zor? Ön yargılar, Cumhuriyet rejiminin kuruluş dönemi sancıları, yapılan bir takım haksız uygulamalar mı? Ne yazık ki, aradan geçen zamana rağmen o dönemi hâlâ makul ve serinkanlı bir şekilde tartışamıyoruz. On yıllık savaşın büyük bir yıkıma uğrattığı, nüfus hareketleri, rejim değişikliği gibi pek çok derin değişim ve dönüşümlerin yaşadığı bir ortamda Cumhuriyet, imparatorluk bakiyyesi bir halka dayanılarak imparatorluğun yetiştirdiği seçkinler tarafından kuruldu. 1876 Kanun-ı Esasisinde bile devlet dili Türkçe idi; devlet memurlarının Türkçe bilme zorunluluğu vardı. Balkanları ve Arap topraklarını kaybeden Türkiyeden, başka bir şey mi beklenmeliydi? Osmanlı Devletinde hiçbir zaman, bazılarının zannettiği gibi bir eyalet sistemi yoktu. 1864 Vilayet Nizamnamesinden beri bugünkü vilayetlerin en az 4-5ini havi vilayetler vardı ama bunların yönetim mantığı merkeziyetçi idi. Peki Cumhuriyet ne yapacaktı? Üniter millî devlet tercihinde hiçbir yanlışlık yoktur ve bugün de zamanın şartlarına göre devam etmektedir.
Bugün gelinen noktada, inanç ve ibadet hürriyeti, ana dili öğrenme ve kullanma konularındaki şikâyetlerin artık -Alevilerin yaşadığı birtakım sıkıntılar dışında- büyük ölçüde ortadan kalktığı aşikârdır. Son 10-15 yılda, devletin en üst makamlarından sürekli olarak ülkede farklı etnik grupların olduğu yönündeki söylem dillendirildiği hâlde Türkiyede nüfusun ezici çoğunluğunun Türk üst kimliğini ve ortak dil olarak Türkçeyi benimsediği, yapılan araştırmalarla teyit edilmektedir. Demokratik açılım, çözüm süreci gibi söylemlerin aksine etkilerine rağmen varolan bu durumun, PKKnın çözüm süreci sayesinde sadece bölgede değil, İstanbul gibi bazı yerlerde de Kürt kökenli yurttaşlarımızın bir kesimini etkilemesi sonucu değişmesi ihtimal dışı değildir. Onun için, millî birliği sarsıcı, ayrışmayı derinleştirici adımlara derhal son verilmelidir.
Türkiye hem içeriden hem de dışarıdan PKK tarafından bir şantaja maruz bırakılmıştır. Terörle mücadele edilmeden, teröristle müzakere edilerek meselenin çözülemeyeceğini en başından ikaz eden Türk Ocakları olarak biz önümüzdeki günlerde vahim gelişmeler yaşanmaması için devletin gerekli bütün tedbirleri almış olduğunu ümit ediyoruz. Bin yıllık kardeşliği berhava edecek bir iklim, bu coğrafyada yaşayan herkes için ağır bedeller demektir. Özellikle yakın tarihimizden hepimiz ders almalıyız.
Yoksa, Büyük Âkifin dediği gibi:
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Kaynak: http://turkocaklari.org.tr/sayfa/4762/yeni-turkiye-nereye.html
Bu yazı 1,876 defa okundu.
Diğer köşe yazıları
Tüm Yazılar
-
7 Mart 2022
Rusya'nın Ukrayna işgali ve Düşündürdükleri
-
14 Aralık 2021
TÜRK DEVLETLERİ TEŞKİLATI
-
25 Mart 2021
2020lerde Dünya, Bölgemiz ve Türkiye
-
27 Mart 2020
Kut'tan Milli İradeye: Türkler'de Egemenlik Anlayışı
-
1 Mart 2020
Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe
-
1 Şubat 2020
Türk Ocakları: 108 Yıl Önce 108 Yıl Sonra
-
1 Ocak 2020
Kıskaçtan Çıkış: Doğu Akdeniz Meselesi
-
5 Aralık 2019
Suriyeli Sığınmacılar Meselesi: Nasıl Bakmalı?
-
29 Ekim 2019
Barış Pınarı Harekatı ve Sonrası
-
15 Ekim 2019
Kutadgu Biligde Devlet Ve Toplum Anlayışı
-
22 Mart 2019
Tarih Işığında Yeni Zelanda'daki Müslüman Katliamı
-
10 Mart 2019
Dünden Yarına 28 Şubat
-
16 Şubat 2019
Beka ve Siyaset
-
26 Ocak 2019
XX. Yuzyıldan XXI. Yuzyıla Turk Milliyetçiliği: Tarih, Millet ve Din
-
1 Ekim 2016
Türkiyenin Tek Gündemi Beka Meselesidir
-
1 Ağustos 2016
FETÖ/PDYnin Hain Darbe Girişiminden Sonra: Millet, Devlet ve Demokrasi
-
3 Temmuz 2016
Vekalet Savaşları, Terör Ve Türkiye
-
2 Şubat 2016
Terörle Mücadele ve Sistem Tartışmaları
-
29 Aralık 2015
2016ya Girerken '' Havf ile Reca'' Arasındaki Türkiye
-
12 Kasım 2015
Sistem Ve Çözüm
Yorumlar
+ Yorum Ekle