Konuk Yazar - turkocagi.org.tr
Nuri Gürgür
15 Şubat 2015
Başkanlık Sistemi Tartışmalarının Işığı Altında Otoriterleşme Eğilimi Ve Hukuk Devleti Sorunu
Türkiye başlıca iç ve dış sorunların, ekonomik durumun, ülke bütünlüğünü hedef alan ayrılıkçı-etnikçi Kürtçülük hareketinin yanı sıra, giderek genişleyip derinleşen bir hukuk devleti-demokrasi ve yönetimin otoriterleşmesi meselesiyle karşı karşıyadır.
Son aylarda çok sık gündeme getirilen başkanlık sistemi konusunun, önümüzdeki seçim sürecinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti tarafından propaganda kampanyasının omurgası yapılacağı anlaşılıyor. İki yıl kadar önce AK Partinin yeni bir Anayasa hazırlamak maksadıyla kurulan Meclis Uzlaşma Komisyonuna sunduğu Anayasa tasarısı aslında siyasi iktidarın nasıl bir sistem değişikliği istediğini ortaya koymuştu. Konunun yeniden gündeme getirildiği şu günlerde, hem AK Parti sözcülerinin konuşmalarından, hem de iktidar yanlısı yazarların yazdıklarından geçici olarak rafa kaldırılan o tasarının 7 Hazirandan sonra vakit geçirmeden hayata geçirilmek istendiği anlaşılıyor.
Hararetle savunulan bu bize özgü başkanlık sistemi teklifini eleştirenler cehaletle suçlanıyor. Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğanın sık sık atıfta bulunduğu Amerika Birleşik Devletlerindeki sistemle bizde arzulananın benzerliği yoktur. Bize özgü diye nitelendirilen tasarının yasalaşması durumunda artık Türkiyede çağdaş standartlarda bir hukuk devletinin ve demokratik düzenin var olduğunu kimse söyleyemez. Rejimi doğrudan etkileyecek bir sistem değişikliği gündeme getirilirken parti taassubunun, lidere yaranma çabasının bir kenara bırakılması, konunun serinkanlılıkla, objektif şekilde tartışılması gerekir. Oysa, ülkemizdeki bu günkü tartışma ortamı ve siyasi üslûp, soruna çözüm bulmak ve milletimizin önünü açmaktan çok ciddi bir rejim bunalımının arifesinde olduğumuz anlamına geliyor.
Aslında Türkiyenin 1946da çok partili döneme geçilmesinden ve 1950 de ilk serbest seçimlerle iktidarın halkın oyuyla değişmesinden başlayan, yetmiş yıllık bir demokrasi deneyimi ve birikimi vardır. Bu süreçte zaman zaman darbeler, ara rejimler, müdahaleler olsa da demokratik sistemin özü korunmuştur. Türk ve İslâm dünyasında bunu başaran ilk ülke Türkiye olduğu gibi, bu modeli uygulayan çok sayıda İslâm ülkesi de olmamıştır. Çünkü Türkiyenin başarısının kendine özgü önemli nedenleri vardır. Kanun-i Esasiden, Meşrutiyet döneminden başlayan, Cumhuriyet döneminde yapılan 3 Anayasa ile zenginleşen, kurumsallaşan; serbest seçimlerle halk iradesine dönüşen tarihi, kültürel ve psikolojik zemin, Türkiyeyi farklı bir konuma getirmiştir. Sonuçta demokrasimiz bütün eksikliklerine rağmen milletimizin nezdinde artık vazgeçilmez bir hayat tarzı olmuştur. Bunun bazı siyasi, zihnî ve ideolojik heveslerle yahut şahsi tutkularla değiştirilmeye çalışılması siyaseten irtica anlamına gelir ve büyük sorunlar doğurur. Sandıktan çıkan sonuç yani çoğunluğun tercihi milli irade sayılıp adeta kutsanırken farklı görüşleri temsil eden % 50den fazla insanın tercihine saygı gösterilmiyor. Bu tavır 19.cu yüzyılda Jean Jacques Rousseaudan esinlenen Fransız Jakobenizminin otoriter zihniyetini temsil ediyor. Aslında milli devletimizin kuruluş döneminde, 1921deki Meclis görüşmelerinde bu konu çok tartışılmıştır. Sonuçta 1924 Anayasası Kuvvetler Birliğinin benimsendiği, erklerin yasama organında toplandığı, TBMMnin tek yetkili organ sayıldığı esaslara göre düzenlenmiştir. 27 yıllık tek partili Cumhuriyet döneminden sonra 1950de serbest seçimler yapılıp Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle birlikte 10 yıl Meclis çoğunluğunun tek yetkili sayılmasının sonuçlarını yaşadık. Bu dönemde asıl iktidar Meclisin iç tüzük hükümleri bağlamında yasama organı değil, Demokrat Parti Meclis grubuydu. Nitekim rahmetli Menderes 1955lerde hararetli tartışmaların yapıldığı bir grup toplantısında, tansiyonu düşürmek için milletvekillerine siz dilediğinizi yapabilirsiniz, hilafeti bile isterseniz getirebilirsiniz demişti. Bu sözleriyle elbette hilafetin getirilebileceğini kastetmiyordu ancak hükümete karşı tepkili olan grubunu yatıştırmak istiyordu.
Kuvvetler birliğinin sonucu olarak 24 Anayasasında yargı doğrudan yürütme organının yani hükümetin kontrolündeydi. Dolayısıyla hâkim teminatı, yargı bağımsızlığı söz konusu değildi. Bunun sonucu olarak iktidar-muhalefet çekişmeleri esnasında gazeteciler mahkeme kararıyla tutuklanıyor, basın üzerinde yoğun bir baskı kurulabiliyordu. Yasama ve yürütmenin, idarenin karar ve icraatının yargı denetiminde olmamasının sonucu, iktidar dilediği kararları alabiliyor, Kırşehiri siyasi nedenlerle ilçe yapabiliyor, partileri kapatabiliyordu. Ama bu tarz baskılar DP iktidarını kalıcı kılmadı. Tam tersine toplumun diğer kesimlerinde hakkını ve hukukunu koruyamamanın, ikinci sınıf insan muamelesi görmenin etkisiyle iktidara karşı giderek yoğunlaşan bir öfke oluştu. Meşru yollardan hakkını savunmanın imkânsız hale geldiği kanaati, toplumsal muhalefeti anti demokratik yöntemlere yöneltti. 27 Mayıs darbesi olduğu sırada toplum tam anlamıyla kutuplaşmıştı; iktidarla muhalefet yandaşları birbirlerinden nefret derecesinde ayrışmışlardı. İktidar muhalefetin hukuk dışına çıktığını, darbe peşinde olduğunu düşünüyor, muhalefet ise DP yönetiminin iktidarda kalmak için hukuku bir kenara bırakıp her yola başvurduğunu, gösteri yapan gençleri katledip kıyma makinalarında yok ettiğini, Harp Okulu öğrencilerini kurşuna dizmeye hazırlandığını, muhalefet yöneticilerini yok etmek maksadıyla evlerinin işaretlendiğini iddia ediyordu. Bu çekişmelerin neticesinde siyasi tansiyon giderek yükseldi ve 27 Mayıs darbesi yapıldı. Böylece Türkiye her bakımdan en az yarım yüzyılını heder etmiş oldu.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınçın sözleri bir bakıma 27 Mayıs arifesindeki Türkiye tablosunu yansıtıyor: Biz % 50 oy alıyoruz fakat geriye kalan % 50 de bir nefret söylemine dönüşüyor. Biz eskiden sokağa çıkardık, taraftarımız bizi çok severdi. Karşıdaki muhaliflerde saygı duyardı. Şimdi bir nefretle bakış seziyorum. Kemikleşme, kamplaşma var. Bu bizim % 50 oyumuza engel olmaz. Ama Türkiye yönetilebilir bir ülke olmaktan çıkabilir.
Yakın geçmişte yaşadıklarımızı unutarak, olmamış sayarak günümüzde olanları anlamlandıramayız, geleceğimizi inşa edemeyiz. Arınçın deyişiyle nefret söyleminin yoğunlaştığı bir siyasi ortam kutuplaşmalara yol açar; taraflar arasındaki köprüler atılır. Toplumda aklıselimle mantıklı düşünmenin, politik diyalogun yerine öfke egemen olur. Bu tarz hikâyeleri 27 Mayıstan başlayarak bir çok defa yaşamış bir ülke olarak hukuk devletinin, demokrasinin, toplumsal huzur ve istikrarın değerini bilmek ve bunları özenle korumak, sahiplenmek mecburiyetindeyiz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 7 Haziran seçimlerinde yeni Anayasa ve başkanlık sisteminin oylanacağını söylerken, önümüzdeki seçim sürecinde ana gündemin ne olacağını da belirtmiş oldu.
Cumhurbaşkanı başkanlık sistemini neden bu derece önemsiyor? Türkiyenin bu tarz bir sistem değişimine ihtiyacı var mı? Siyasi iktidarın şu anda isteyip de yapamadığı ne var? Türkiyede halen bu soruların cevaplarının her yönüyle doğru ve gerçekçi bir şekilde konuşulabildiği, tartışılabildiği bir ortam ne yazık ki mevcut değil.
Gazete ve TV kanallarının büyük çoğunluğu siyasi iktidarın güdümünde olduğundan, tarafsız, doğru ve objektif neşriyat yapmak yerine, aldıkları talimatın gereğini yerine getirmek için çırpınıyorlar. Neyin yazılıp konuşulacağı, hangi başlıkların atılacağı, hangi kurum ve kişilerin hedef alınıp itibarsızlaştırılacakları belirli bir merkezden yönlendirilince, halkın doğru bilgi edinme kanalları önemli ölçüde tıkanıyor. Dünyada benzeri pek fazla görülmeyen bir enformasyon kirliliği yaşanıyor; neyin doğru neyin yalan olduğu anlaşılmaz hale geliyor.
Başkanlık sistemini savunanlar, sürekli ABDni örnek gösteriyorlar. Ancak bu ülkenin kendine özgü tarihi, siyasi ve kültürel şartlarının bulunduğunu, bunlara uygun bir sistemin oluşturulduğunu ve bunun 1787den bu yana aksamadan işlediğini, buna karşılık aynı sisteme özenen Güney Amerika ülkelerinde rejimin diktatörlüklere dönüştüğünü görmezlikten geliyorlar.
Amerikan Başkanlık sisteminin en önemli özelliği yasama, yürütme ve yargının birbirlerini güçlü bir şekilde denetlediği denge-fren esasının benimsenmiş olmasıdır. Bu yüzden ABD Başkanı seçilmiş kral değildir. Çünkü bu devleti kuranların ortak korkusu baskıcı merkezi bir yönetimin kurulması, güçlü ve otoriter bir liderin egemen olmasıydı. Çünkü bu insanlar mutlakiyetçi yönetenlerin olduğu monarşilerden kaçarak geldikleri yeni ülkelerinde özgürce yaşamak, siyasi, dinî ve ekonomik baskılarla karşılaşmak istemiyorlardı. Ayrıca farklı eyaletlerde yaşarlarken, İngilterenin egemenliğine başkaldırmışlardı. Geleceklerini güvence altına alacakları ortak bir devlet şemsiyesine ihtiyaçları vardı. Ama bunu oluştururken mevcut eyaletlerin idari, siyasi ve ekonomik varlıklarını sürdürebilecekleri federatif bir düzen kurdular; ortak devletin adına Amerika Birleşik Devletleri dediler. Bugün her eyaletin kendi kanunları, parlamentosu, polis gücü vardır; valilerini kendileri seçerler.
Türkiyede başkanlık sistemine geçilirken, Osmanlı sistemini yanlış yorumlayarak, etnikçi bölücü hareketi frenleyeceği mülahazasıyla Amerikada var denilerek eyaletler oluşturulmaya kalkışılırsa bu Türkiye Cumhuriyetinin dağılmasıyla sonuçlanır. Bundan kazançlı çıkan ancak ve sadece etnikçi Kürtçülük hareketi olur.
Amerika Birleşik Devletlerinin merkezi yönetiminde yasama organı yani kongre ve senato vardır. Bunlar hem birbirlerini hem de başkanı kontrol ederler, yetkilerinin kullanımını dengelerler. Başkan, kongrenin onayı olmadan tek kuruş harcayamaz. Atamalar da yasama organının onayıyla yapılabilir. En önemlisi yasama organının seçimlerinde listeleri başkan yapmaz. Delegelerin desteğini alan herhangi bir kişi seçilebilir, kongre üyesi yahut senatör olur. Dolayısıyla başkana diyet borcu olmaz. Bu nedenle Amerika Birleşik Devletlerinde başkanın gücü kısıtlıdır; güçlü olan sistemdir. Tamamıyla bu ülkenin kendine özgü şartlarından kaynaklanan bir sistemi alıp Türkiyede uygulamak mümkün müdür? Cumhurbaşkanı Erdoğanın istediği yetkilerinin kısıtlandığı bu tarz bir model olabilir mi? Sayın Erdoğan şu sıralarda sadece slogan halinde başkanlık sistemi talebini dillendiriyor; ama esaslarına, ilkelerine, ayrıntılarına girmiyor. Zaten Başbakan Davutoğlu da bunların 7 Hazirandan sonra konuşulacağını ifade etmişti.
Buna karşılık bir süre önce AK Parti tarafından hazırlanıp Meclisteki Uzlaşma Komisyonuna sunulan taslakta istenenlerin ne olduğu açıkça ifade edilmektedir. Söz konusu taslakta daha demokratik ve hukukun üstünlüğünün esas olduğu bir sistem değil, siyasi vesayetin, otoriterleşmenin yasalaştırıldığı, kurumsallaştırıldığı bir düzene geçilmek isteniyor.
Aslında bizdeki Siyasi Partiler ve Seçim Yasası demokratik bir siyasi düzenin kurulmasının önündeki en önemli engeldir. Çünkü Meclisteki milletvekillerinin tamamına yakını partilerin gücüne göre liderlerinin belirlediği isimlerden oluşmaktadır. Parti disiplini mutlaktır. Milletvekili oyunu vicdani kanaatine göre değil, grup başkanının işaretine göre kullanır. Seçimlerde çoğunluğu kazanıp iktidara gelen partinin lideri başbakan sıfatıyla hükümeti kurar. Milletvekili yahut bakan sıfatı verilen kişi kendisini tercih eden liderine yahut başbakana şükran borcunu ödemekle yükümlüdür. Az da olsa bunun tersinin vuku bulması durumunda yapan kişinin partiden, dolayısıyla siyasi hayattan tasfiyesi kaçınılmaz olur. Türkiyede gerçekten demokrasinin gelişip yerleşmesi, çağdaş standartlara uygun hale gelmesi isteniyorsa darbe anayasasını ortadan kaldırıyoruz şeklindeki samimiyetten mahrum gösteriler yerine öncelikle mevcut antidemokratik Siyasi Partiler ve Seçim Yasası değiştirilmelidir.
Diğer taraftan başkanlık sistemine geçilmek istenirken, mevcut yapıyı daha demokrat ve özgürlükçü kılmak gibi bir eğilim de görülmüyor. Aksine son yıllarda arka arkaya yapılan düzenlemelerle hukuk devleti esaslarından, demokratik değerlerden yargı bağımsızlığı gibi olmazsa olmaz temel bir ilkeden büyük ölçüde uzaklaşıldı; hak ve özgürlükler ciddi şekilde kısıtlandı. Yargının bağımsız olmadığı, HSYKnın Adalet Bakanlığının kontrolüne geçirildiği, yüksek yargı organlarında isimlerin buradan belirlendiği, mahkemelerin iktidarın isteği doğrultusunda oluşturulduğu bir ortamda kuvvetler ayrılığı da yargı bağımsızlığı da ortadan kalkar. Yargı bağımsızlığı olmayınca hukuk devleti, temel hak ve özgürlükler de olmaz.
Devletin adının Cumhuriyet olması, parlamentonun bulunması hatta seçimlerin yapılması sonucu değiştirmez. Bugün komşumuz Putinin Rusyasında, kardeş ülkelerde Nazarbayevin Kazakistanında, Aliyevin Azerbaycanında, Kerimovun Özbekistanında bütün bu şekli görüntüler vardır. Sistemin adı başkanlıktır. Olmayan tek şey demokrasi ve hukuk devletinin varlığıdır. Başka bir ifadeyle, bu ülkelerdeki rejimin adı otokrasi dir, yani yöneticinin bütün yetkileri tek başına elinde bulundurmasıdır.
Türkiye Cumhuriyetinin 92 yıllık hukuk ve demokrasi serüveninin sonucunda bu ülkelere benzetilmeye kalkışılması, bu niyetin Amerika Birleşik Devletleri modeliyle örtülmeye çalışılması son derece yanlıştır. Bu girişimleri kaygı ile izliyor, ülkemizde hem toplumsal barışın, huzurun, hem ülke bütünlüğünün hem de siyasi ve ekonomik istikrarın büyük zarar görmesinden korkuyoruz.
Kaynak:http://turkocaklari.org.tr/sayfa/4818/baskanlik-sistemi-tartismalarinin-isigi-altinda-otoriterlesme-egilimi-ve-hukuk-devleti-sorunu.html
Bu yazı 1,553 defa okundu.
Diğer köşe yazıları
Tüm Yazılar
-
3 Mart 2022
Sadi Somuncuoğlu Gök Kubbede Hoş Bir Seda Bırakarak Hakk'a Yürüdü
-
14 Aralık 2021
TÜRKLERİN BİRLİĞİ ÜLKÜSÜNDE TARİHİ BİR AŞAMA
-
25 Mart 2021
MEHMET GENÇ - İlim Dünyamızdan bir Yıldız Daha Kaydı
-
27 Mart 2020
Koronavirüs Salgını ve Türkiye
-
2 Mart 2020
Suriye Bataklığında Boğulmamak İçin
-
19 Şubat 2020
Kıbrıs Türkleri Sınav Arifesinde
-
7 Ocak 2020
Trump Çok Tehlikeli Bir Kumar Oynuyor
-
1 Ocak 2020
Doğu Akdeniz Satrancı ve Türkiye
-
10 Aralık 2019
NATO Zirvesi ve Türkiye
-
17 Kasım 2019
Görüşmeler de Sorunlar da Devam Ediyor
-
19 Mart 2019
2019 Zor Bir Yıl Olacak
-
9 Mart 2019
Marmara Depremi- Pusudaki Büyük Tehlike
-
1 Mart 2019
9 Mart Olayı ve 12 Mart Müdahalesi- Darbeye Karşı Darbe
-
14 Şubat 2019
Ozan Arif Çağımızın Dede Korkut'u Hakk'a Yürüdü
-
25 Ocak 2019
12 Eylül Zulümlerinin Baş Mimarı Nurettin SOYER
-
5 Kasım 2016
Sorunlarımızın Temel Nedeni: Kaliteli Eğitim Ve Hukuk Devleti Zafiyeti
-
27 Eylül 2016
Sorunlarımızın Temeli; Eğitim Meselesi
-
20 Temmuz 2016
Menfur Darbe Girişimi ve Sonrası
-
12 Şubat 2016
PKK Terörü-Etnik Fitne Ve Terörle Mücadele Eylem Plnı Bağlamında Yüz Yıl Sonra Yeniden Beka Güvenlik Ve Bütünlük
-
1 Ocak 2016
Özyönetim Bildirgesi Yahut Ayrılış Manifestosu
Yorumlar
+ Yorum Ekle