AKP Hükümetinin güvenlik, oy kaybı, toplumsal tepkiler vb. siyasî kaygılarla tehlikeli (risk) bularak, Hakkâri ve Şırnak il merkezlerinin Yüksekova ve Cizre’ye taşınması fikrinden vazgeçmesini biz, yanlış bir karar olarak değerlendiriyoruz. Bu konuda, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Yüksekova il olsun ama Hakkâri de il olarak kalsın.” çıkışını ise günü kurtarmaya (popülist) dönük bir yaklaşım olarak görüyoruz. Bölgeden gelen bir siyasetçi olması; cumhuriyeti kuran fırkanın (party) genel başkanı olması; bölgede yaşayan Kızılbaş Türkmenlerin ve Zazaların Alevî meşrepten olmaları hasebiyle bu topluluklarla kolay iletişim kurabilmesi; çekirdekten yetişmiş bir devlet adamı olması gibi gerekçeleri yan yana koyduğumuzda, bölgeye dönük düzenlemelerle (reform) ilgili köklü (radical) çözüm önerileri -özellikle- Sayın Kılıçdaroğlu tarafından dillendirilmelidir. Bunların başında da, ülke gerçeklerine uygun yönetsel (idarî) düzenlemelerle ilgili öneriler gelmelidir.
Osmanlı’nın son dönemleri ile Cumhuriyet’in
ilk yıllarında aradaki dereye/ırmağa köprü yapmaktansa köyleri farklı ilçelere,
ilçeleri farklı illere bağlama gibi kolaycılığa kaçan düzenlemeler yahut
sınırların üstünkörü belirlenmesi gibi işler (icraat) yüzünden, ülke
yönetiminde çeşitli zorluklarla karşı karşıya kalınmaktadır. Söz gelimi
Yozgat’ın, Yerköy ilçesi ile arası 4-5 km. kadar olan dahası bağlı bulunduğu Kırşehir
iliyle arasında boylu boyunca bir dağ silsilesi de uzanan Çiçekdağı ilçesi bu tür
yönetsel (idarî) hatalara bir örnektir. Anadolu’da birbirleriyle akraba olan, aynı
coğrafî ve irfanî (culturel) özellikleri taşıyan insanların yaşadığı yerleşim
birimlerinin farklı köylere, ilçelere hatta illere bağlandığı da vakıadır. Coğrafya
biliminin dolayısı ile haritacılığın, uydu teknolojilerinin, toplumsal ve
iktisadî (sosyo-ekonomik) düzey vb. gelişmişlik verilerinin de yardımıyla Türk
halkının gereksinimlerine, isteklerine uygun yönetsel düzenlemeler hayata geçirilmelidir.
Bu gerekçelerle, bölgeyi de az-çok bilen biri olarak biz, Hakkâri il merkezinin
Yüksekova’ya taşınmasının bir zorunluluk olduğunu düşünüyoruz. Mesele önyargılardan
arınmış olarak, tarafsız gözle ele alındığında; devletin, bu adımı atmakta geç
bile kaldığı görülecektir.
Hakkâri il merkezi Yüksekova’ya
taşınmalı; güneyi, büyük bir ovaya açılan ayrıca modern şehir mimarisine uygun
imkânlar da sunan Yüksekova bir an önce il yapılmalıdır. Yüksekova’da dokuma,
süt ve süt ürünleri ile yün üretimine dönük sanayi kollarının (sector) geliştirilmesi
için teşvikler verilmeli, bu teşvikler de gelişigüzel olmayıp, sonuç alıcı şartlara
bağlanmalıdır. Yüksekova’ya bağlı Esendere Beldesi ilçe yapılmalı, dahası Türkiye
ile İran arasındaki sınır kapısına da ev sahipliği yapan bu şirin beldemiz serbest
ticaret bölgesi ilân edilerek, Güney Azerbaycan’la (İran) iktisadî bütünleşme (economic
integration) sağlanmalıdır. Yine bu süreçte Yüksekova ile sınırın öte yanındaki
“Avşar kenti” Urmiye kardeş şehir ilân edilmeli, Güney Azerbaycan’da yaşayan
Avşarlar, Beydililer, Gurmançlar vd. Türk (Tur-an) Boyları ile irfanî
(cultural) ilişkiler geliştirilmelidir.
Güney Azerbaycan demişken… Asya,
Avrupa ve Afrika kıtalarının kesişme noktasında bulunan; Kafkaslar, Balkanlar
ve Ortadoğu üçgeninin merkezinde yer alan Türkiye’mizin büyük düşünmesi, uzun
süreli (vade) girişimlerde bulunması, atılımlar yapması böylelikle de Saha’dan
(Saka/Sakha), Finlandiya’ya; Kazan’dan, Cezayir’e kadar uzanan bir düzlemde
tekrar büyük devlet olması gerekmektedir. Öyle ki Kuzey Azerbaycan’ımızın
başkenti Bakü’müzle, başkent Ankara’mız; Güney Azerbaycan’ımızın kalbi Tebriz’imizle,
Kayseri’miz; Kürt-Türkmen birliğimizin kalbi Erbil’imizle, Edirne’miz; Doğu
Türkmeneli’mizin kalbi Kerkük’ümüzle, Konya’mız; Batı Türkmeneli’mizin kalbi Halep’imizle,
Gaziantep’imiz; Kıbrıs’ımızın Beşparmak dağlarıyla, Beydağlarımız; Batı
Trakya’mızın incisi Selânik’imizle, İzmir’imiz; dahası Kuzey Trakya’mızın kalbi
Kırcaali’mizle, Kırklareli’miz; Dobruca’mızla, Denizli’miz, Kırım’ın incisi
Bahçesaray’ımızla, Samsun’umuz, Ahıska’mızla, Karaman’ımız bir bütün olarak
düşünülmeli, ‘Büyük Türkiye’ düşü (rüya) görülmelidir. Düşler, hayallere;
hayaller, emellere ve emeller de çabaya dönüşmelidir.
Hakkâri’nin iktisadî birikimi (potansiyel)
yeterince değerlendirilememektedir. Kartal yuvasını andıran ve ev yapılacak doğru-dürüst
bir arazi parçası bile bulunmayan dahası askerlerin, hafta sonu harcamaları ile
memurların kira ve gıda, giyim gibi tüketim giderleri sayesinde ayakta duran
Hakkâri’nin bir an önce kış gezginciliğine (turizm) açılması gerekmektedir. Hakkâri
Komando Tugayının bulunduğu alandan başlayıp; valilik, devlet hastanesi diye yay
(kavis) çizerek giden güzergâh (parkur, pist) boyunca aşağılara doğru,
Hakkâri-Çukurca yol ayrımına kadar olan sahaya kış idmanları (spor) etkinliklerine
yönelik tesisler yapılmalıdır. Dağ yamacına kurulu olan ve sarmal (helezon,
spiral) şeklinde çıkılan kentin doğu yamacı da sivil yerleşim alanları, oteller,
sosyal tesisler için ayrılmalıdır. Böylece söz konusu saha Türkiye’nin en güzel
kış idmanları (spor) merkezlerinden biri olur. Yine Hakkâri kentimiz ile her
daim göz göze olmasına karşın derin bir vadi ile kentten ayrılan hem doğa
harikası hem de kentin simgelerinden olan bakır renkli Sümbül Dağı ise dağcılık
idmanları (spor) için biçilmiş kaftandır. Hâlihazırda Hakkâri Valiliğinin
solunda bulunan park ile Sümbül Dağı arasına teleferik döşenmesi, özellikle yaz
aylarında doğa yürüyüşü (trekking), sarkılma (bangi-jumping), tırmanma, yamaç
paraşütü gibi etkinliklerin (activity) yapılması, yerli ve yabancı gezginlerin
(tourist) yaz aylarında da bu yöremize akın etmesini sağlayacaktır. Derin
vadilerden akan Zap suyunda kano ve sal yarışları (rafting), mesire alanları,
balıkçılık diye giden iktisat ve idman (spor) amaçlı çevre düzenlemeleri yapılmalıdır.
Hâlihazırda atıl durumda bulunan Zap ırmağında -doğaya zarar vermeyecek
şekilde- HES olarak adlandırılan hidroelektrik santralleri de kurulabilir. Kısacası
(vel’hasıl) binlerce yıldır İskitlere (Saka), Kıpçaklara, Oğuzlara (Ogur),
Gurmançlara (Kür-d/t) ev sahipliği yapan; yakın zamanlarda bulunan ve 4 bin
yıllık oldukları söylenen Türk mezarları ile dilbilimi, kazıbilimi
(arkeoloji), tarih bilimi araştırmacılarının
da dikkatini çeken Hakkâri’mizin, İsviçre’nin kış aylarında dolup-taşan dünyaca
ünlü gezgincilik (tourism) merkezlerinden eksiği yok, fazlası vardır.
Hakkâri’nin iktisadî birikimi (potansiyel) olan ilçelerinden
biri de Şemdinli’dir. Bir zamanlar Osmanlı sarayının bal ihtiyacını karşılayan
ilçenin yıldan yıla gerilediği, yıldızının söndüğü herkesin malûmudur. Temiz ve
ılıman havasıyla arıcılığa elverişli olan, doğal kokulu (aroma) balı ile ün yapan
Şemdinli’de arı yetiştiricilerine verilecek teşviklerle geçmiş yılların ürün semeresine
(rekolte) kolaylıkla ulaşılabilir. Burada dikkat edilmesi gereken husus teşviklerin
para olarak değil, arılı kovanı olarak verilmesidir ki verilecek teşviklerin
-başta PKK olmak üzere- kötü (art) niyetli
kişilerin eline geçmesinin önüne de geçilmiş olur. PKK demişken; devlet, PKK
terör örgütüne karşı yıllarca direnen Şemdinli halkına gereken desteği sağlayamamıştır.
Misal bir Umut Kitabevi olayının, Şemdinli halkı ile devletin arasını açmak
için kurgulanmış bir ihanet girişimi olduğunu görmek lâzımdır. Dahası bu
uğursuz (mel’un) eylemin kısmen de olsa amacına ulaştığı
ortadadır ne yazık ki. Gelinen noktada devletin ayakta kalması (bekâ), ülkenin
huzura kavuşması, milletin mutlu olması için herkes üzerine düşen görevi yerine
getirmelidir. Söz konusu (mevzu-i bahis) Şemdinli olunca, yergi (hiciv)
sanatının büyük ustası Ozan Ârif’i anmadan geçmeyelim. Pîrimizin “Şemdinli’den
Mektup Var” adlı şiirini -başta, Güneydoğu meselesinde askerî önlemler (tedbir)
dışında doğru dürüst bir öneri bile getir(e)meyen MHP üst yönetimi olmak üzere-
vatanını ve milletini seven herkes can kulağı ile okuyup-dinlemelidir. En
azından o bölgede işlenen hatalar, yapılan yanlışlar daha iyi görülür. Ve tabi yapılması
gereken ama yapılmayanlar da!..
Bir Avşar Türkmen’i olarak 2000-2001 yıllarında
Yüksekova/Esendere’de görev yaparken edindiğimiz izlenimlere bağlı olarak yörede
bir yönetim boşluğu olduğunu itiraf etmek durumundayız. Öyle ki, devletin
varlığı -bazı açılardan bakıldığında- her ayın 15’inden, 15’ine o da maaş
kuyruğunda hissedilmektedir ne yazık ki. Ayrıca yolsuzluk söylentilerinin
(rivayet) bini, bir paradır. Yeni yapılmış okul binalarında, duvara çakılmış
“T” demirlerine geçirilivermiş kalorifer peteklerini; evlerde, 24 saat kaynayan
neft (petrol) varillerinden bozma elektrikli su kazanlarını; yol kenarlarında göstere
göstere (aşikâre) satılan kaçak benzin-mazotu; cadde boyunca sıralanan kaçak
sigara tezgâhlarını gördükçe yüreğiniz burkulur. İhale yolsuzluklarını,
kaçakçılığı geçtik; sağlık alanındaki (sector) dalavereler (entrika) bile vicdan
sahiplerine “yuh artık” dedirtir. Şöyle ki; Hakkâri’deki uzman hekim (doctor)
açığını fırsata çeviren hırsız/soysuz/yolsuz takımının Van’a sevk yaptırdığını,
topu topu 3-4 saat sürecek yolu bir güne çıkardığını, ertesi günü hastaneye
giriş yaptırdığını, bir sonraki gün kan verdiğini, tahlilin sonucunu bir
sonraki gün aldığını, -biraz vicdanı varsa- sonraki gün sonuçları hekime gösterdiğini,
-akşam yine Van’da yatıp- ertesi gün Hakkâri’ye döndüğünü sıkça duyabilirsiniz.
Dönmeyip, gitmişken birkaç hekimi birden ziyaret edenlerle ilgili anlatılanlar ise
vaka-i âdiyeden yani âdi (sıradan) olaylardan sayılmaktadır. Devlet de, bu tür âdiliklere
yolculuk ve konaklama gideri olarak her bir gün için yolluk ödemektedir. Ha
diyeceksiniz ki bu tür asalaklar Van’da, nerede kalıyorlar? Van’da evi, dairesi
olan Hakkârili sayısını TUİK’ten kolaylıkla öğrenebilirsiniz. Van Gölünü görüp
de “Bi kilo toz, bi otobos; eşantiyon bi Toros” geyiğini duymayanın kalmadığı yörede,
bu kepazeliği Ankara’ya, İstanbul’a kadar taşıyıp; iadeli taahhütlü mektuplarla
tedavi olan hırsız/soysuz/yolsuz tayfasının (taife) maceraları ile ilgili
söylentiler (rivayet) de cabası!..
Bölgede bulunduğumuz yıllarda kulağımıza gelen usulsüzlük
söylentileri de yönetim (idare) açısından bölgenin, başlı başına bir sorunlar
yumağına dönüşmüş olduğunu gösteriyordu. Misal -başta okullar olmak üzere-
devlet kurumlarına hizmetli alımlarında -anlatılanlara bakılırsa- “evlere
şenlik” diyebileceğimiz uygulamaların ortaya çıktığı söyleniyordu. Misal kimi
aşiret mensuplarının “hizmetli” olarak devlet kurumlarında işe girdikleri ama
bir gün bile mesaiye gitmedikleri, yerlerine ise -aldıkları maaşın yarı
fiyatına hatta 1/3 oranına- ‘maraba’larını yahut yoksul bir vatandaşı gönderdikleri
ile ilgili söylentiler (rivayet) sağır sultanın bile dilindeydi. Bu ve benzeri
söylentilere bir de gece yarılarında Türkiye ile İran arasında mekik dokuyan
dört çekerli -affedersiniz- dört ayaklı katırlarla ilgili olanları ekleyelim. ANAP
zamanında çıkarılan bir kanunla kaçakçılar, güvenlik güçlerine ateş etmedikleri
sürece güvenlik güçlerinin, kaçakçılara ateş etmelerinin yasaklandığını
böylelikle sınırdan mazot, benzinle birlikte ‘toz’ diye tabir edilen
uyuşturucunun, doçka gibi ağır silahların geçişlerinin kolaylıkla
yapılabildiğini de aktaralım. Ve soralım: O yıllarda bunca başıbozukluğu, kokuşmuşluğu
sıradan bir asteğmen/öğretmen olarak biz görüp, gözlemleyebilmişsek; devletin
ilgili birimleri misal askeri, polisi, MİT’i ne yapıyordu acaba? Kuzu mu
çeviriyordu? Gerçi bunu yapanlar da yok değildi ama… Neyse!.
Konumuzla ilgili olduğu için Ardahan’ın, Göle ilçesindeyken
kulağımıza çalınan gülünç (trajikomik) bir söylentiyi de paylaşmadan
geçmeyelim. Omzu yıldızlı bir subayımızın 25. Mekanize Piyade Tugayında
görevliyken kuruntuya (kompleks) kapılıp “bir kaymakamdan emir mi alacağım üleyn”
gibilerinden bir söz sarf etmesi üzerine Kars’ın bu küçük ilçesinin kendini
birden bire il sıralarında buluverdiği anlatılmıştı bir sohbet esnasında.
Kısacası (vel’hasıl) çocuk gelin, çocuk anne dramına benzer bir uygulama ile
kasabadan hallice Ardahan’ı il yapan, köyden hallice Göle’yi ilçe yapan
zihniyetin, ülke gerçeklerinden habersiz olduğu ve kara düzen bir yönetim
anlayışıyla hareket ettiği de böylelikle ortaya çıkmış oluyordu. Bir örnek de
kendi yöremizden verelim. Antalya’nın, Serik ve Manavgat ilçelerinin sınırının
Köprüçay olarak belirlenmesi sonucunda ırmağın doğusunda kalan ve Serik’e hem
yakın hem de akraba olan Karabük, Sağrin, Eminler, Kilimli, Çakış, Denizyaka gibi
köyler üstünkörü bir şekilde Manavgat’a bağlanmıştır. Misal Serik ilçesine 5-6
km uzaklığı bulunan dahası hastanesinden, postanesine; okulundan, çarşı-pazar
alışverişine kadar her türlü gündelik işini Serik üzerinden yürüten, üstüne
üstlük Serik’teki birçok köyle hısım-akrabalığı da bulunan Çakış sakinlerini basit
bir resmî işlem için 40 km uzaktaki, yolunu-sokağını bile bilmedikleri
Manavgat’a gitmeye mecbur bırakmak hangi akla, hangi vicdana, hangi çağdaş
yönetim, yönetişim anlayışına sığar ki? “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız.”
diyen Son Peygamberin buyruğu kimin umurunda ki?!.
Türkiye’nin, Güneydoğusu söz konusu olduğunda eğri oturup,
doğru konuşmanın zamanı çoktan gelmiş, geldiği gibi de geçmiştir. ANAP’ın, DYP’nin,
DSP’nin, son olarak da AKP’nin uyguladığı yanlış siyaset (politica) ve dahi
HDP’nin ayrıştırıcı, bölücü, şımarık ve şiddeti körükleyen söylemleri yüzünden
basit bir terör meselesi -neredeyse- içinden çıkılamayacak bir haldedir.
Allah’tan ki bölgede yaşayan kardeşlerimizin, vatandaşlarımızın büyük çoğunluğu
ferasetli, sağduyulu davranmakta ve PKK denen kanserli hücre, millî bünyeye
fazla tesir edememektedir. Böylelikle de devleti yönetenlerin hataları,
yanlışları, zaafları telâfi edilebilmektedir. Nedir bu yanlışlar? Başta,
bölgenin iktisadî geri kalmışlığına çare diye düşünülen teşvikler gelmektedir.
Bu teşvikler, yöredeki yoksul yurttaşlarımıza ulaşmamakta, Ankara’daki siyaset
baronlarının, bölgedeki eş, dost; hısım, akraba tayfası arasında ‘iç’
edilmektedir. Zengin çocukları 4x4 jiplerle (jeep) gezerken; kenar mahallelerde
yaşayan ailelerin çocukları kimi zaman yokluktan, yoksulluktan kimi zaman
berdelden, kuma geleneğinden çokça da dünyanın adaletsizliğinden bir çıkış yolu
aramakta, bulduğu yol da uzun soluklu bir intihardan farksız olan terör
yuvaları olmaktadır.
AKP’nin açılım-saçılım siyaseti yüzünden bölgedeki devlet
otoritesinin iyiden iyiye zayıfladığını hatta terör örgütünün, “açılım
sürecinin sonunda örgüt mensuplarının polis yapılacağı vaadiyle” yoksul
kesimlerden çocuk devşirdiği gibi gülünç (trajikomik) durumlarla bile
karşılaşıldığını görmemiz gerekiyor. Bununla birlikte hükümetin bölge halkını
kucaklayıcı bir tavır takınması, hatta “paralel devlet” maskaralığında olduğu
gibi zaman zaman aşırıya da kaçarak, “Ne istediler de vermedik?!.” noktasına
kadar gitmesi, Arapları çarpan bahar havasının Türk halkını teğet geçmesine vesile
olmuş da olabilir. Haliyle Attila’dan, Alpaslan’dan, Nureddin Zengi’den,
Kılıçaslan’dan, Selahaddin’den, Baybars’tan, Fatih’ten beri kuyruk acısı çeken;
1915’te, 1922’de, 1974’te madara olan sömürgecilik (imperialism) budalası Batılıların
bir kez daha heveslerinin, kursaklarında kaldığını söyleyebiliriz. Ama yine de
bugün Diyarbakır’da 3-5 tane kalmış eski model toplu taşıma araçlarının önünde
Türkçe “Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi” yazarken, yeni model toplu taşıma
araçlarının önünde aynı ibarenin Kürtçe (Gurmançi) ve Ermenice olarak yer aldığından,
ağır tahrik unsuru içeren bu tavrı da oldukça tehlikeli bulduğumuzdan hareketle
İçişleri Bakanlığı yetkililerini göreve çağırmadan kendimizi alıkoyamıyoruz. Ve
bu rezalete şimdiye kadar çoğunluğu AKP’li olan devlet yetkililerinin ve de
“vilayet-i sitte”, -sözde- Büyük Ermenistan gibi lâkırdıları; Van, Muş, Bitlis vd.
yörelerde Ermeniler tarafından işlenen toplukıyım (katl-i âm) suçlarını unutmuşa
benzeyen Diyarbakırlıların ses çıkarmamasını ise esefle karşılıyoruz. Öyle ya,
koskoca Amit (Amed) Ovasından bir Çopur Osman da mı çıkmaz?!.
Türkiye bizim canımız, kanımız, kalbimiz, dimağımızdır.
Anadolu’su ve Rumeli’siyle bir bütündür. Öncesinde Osmanlı, daha öncesinde
Selçuklu ondan da önceleri İskitlerin (Saka), Truvalıların, Sümerlerin yurdu
olmuş olan bu topraklar kadim Türk yurdudur. Hatta Gâzi Mustafa Kemal
Atatürk’ün de dediği gibi bu memleket en az 7 bin yıldır Türk beşiğidir. Gelecekte
Kafkaslarla, Balkanlarla ve Ortadoğu ile birleşmek, bütünleşmek de beklentilerimiz (temenni) arasındadır. Öyle ya “Kim demiş
vatanımız Edirne'den Kars'a kadar.” diye…
Evet hanımlar, beyler!. Güzel Ülkemizin, güzel Hakkâri’sinde
ve diğer bazı yörelerimizde ülke yönetimimizle ilgili ahval ve şerait yani
haller ve şartlar yanı durum ve koşullar bu minval üzeredir. Hal böyle olunca Yüce Tanrı’dan, devlet adamlarımız için
feraset; -başta Gurmanç kardeşlerimiz olmak üzere- milletimiz için sağduyu dilememiz
şart olmaktadır. Ve yine, yeni, yeniden Gâzi Mustafa Kemal Atatürk… "Ey
Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk
istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır." Geriye asil kanın hakkını vermek
kalıyor vesselâm.
Aziz Dolu Atabey
Değerli okuyucumuz,
Yazdığınız yorumlar editör denetiminden sonra onaylanır ve sitede yayınlanır.
Yorum yazarken aşağıda maddeler halinde belirtilmiş hususları okumuş, anlamış, kabul etmiş sayılırsınız.
· Türkiye Cumhuriyeti kanunlarında açıkça suç olarak belirtilmiş konular için suçu ya da suçluyu övücü ifadeler kullanılamayağını,
· Kişi ya da kurumlar için eleştiri sınırları ötesinde küçük düşürücü ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi ya da kurumlara karşı tehdit, saldırı ya da tahkir içerikli ifadeler kullanılamayacağını,
· Kişi veya kurumların telif haklarına konu olan fikir ve/veya sanat eserlerine ait hiçbir içerik yayınlanamayacağını,
· Kişi veya kurumların ticari sırlarının ifşaı edilemeyeceğini,
· Genel ahlaka aykırı söz, ifade ya da yakıştırmaların yapılamayacağını,
· Yasal bir takip durumda, yorum tarih ve saati ile yorumu yazdığım cihaza ait IP numarasının adli makamlara iletileceğini,
· Yorumumdan kaynaklanan her türlü hukuki sorumluluğun tarafıma ait olduğunu,
Bu formu gönderdiğimde kabul ediyorum.
Yorumlar
+ Yorum Ekle